SİZ DOĞURUN GEREKİRSE POZANTI…
Şimdi kendini kollamanın tam zamanı… Aklımız ermeye başladığı günden bu yana biliriz ki politikacılar ne zaman hayattan, demokrasiden, hukuktan falan bahsetmeye başlasalar başımıza yeni bir çorap örülmeye de başlanmış demektir. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat böyle günler değil miydi bizler için… Hani muktedirlerin demokrasiyi koruyup kollamak için kolları sıvadıkları o postal günleri… 19 Aralık’ta içerdekilerin nasıl “hayata” döndürüldüğünü, Çernobil’den sonra “biraz” radyasyonun sağlık için ne kadar faydalı olduğunu, ABD, Kore’ye ve Afganistan’a özgürlük getirirken ordumuzun oralara “barış” gönüllüsü olarak gittiğini, bir takım “suça itilmiş” çocukların Pozantılara filan konarak sorumsuz ailelerinden kurtarıldığını nasıl unutabiliriz ki? Pozantı’daki çocukların tecavüze uğradığı, Uludereli çocukların bin parçaya bölündüğü bir takım talihsiz kazalar da olmuştur elbette bu arada ama devletimiz tutarı neyse fazladan fazladan ödeyecek kadar da bonkördür şükür… Çocukları tek kişilik hücrelere koyarak çözer tecavüz sorununu… Tecavüz demişken N.Ç. konu dışıdır elbette. Çoğu kamu görevlisi 26 adamla kendi isteği dâhilinde beraber olmuştur o, koskoca yargı organları yalan söylemeyeceğine göre…
Hal böyleyken koca koca bakanların, nur yüzlü büyük şehir belediye başkanlarının, pek güvenilir köşe yazarlarının, iri iri puntolu gazete manşetlerinin ve cumhuriyet tarihinin gördüğü en ak pak başbakanın haklar, özgürlükler, çocuklar ve elbette hayat hakkında söylediklerine azıcık şüpheyle bakmamız yadırganmayacaktır umarım. Hâşâ huzurdan majestegilleri eleştirmek gibi bir yanlışın içinde olmak haddimiz değildir elbette. Biz kim oluyoruz ki mesela Melih Gökçek Beyefendi’yi eleştirme cür’etini kendimizde bulabilelim. Sonra mahkemelerde sürüm sürüm sürünürüz maazallah… Çünkü hepimiz biliriz bu ülkede eleştiri özgürlüğünün sınırlarını kimlerin çiziyor olduğunu. Kendileri halk iradesinin vücut bulmuş halidir ne de olsa… İş ki “halk”ın da nerede başlayıp nerde bittiğini onlardan başka belirleyecek bir mevki bulunmasın. Tıpkı “hak”kın nerede başlayıp nerede biteceğini belirleme tekelini ellerinde tuttukları gibi… Ya da yaşamın…
Sınırlardan bahsetmişken değinmeden geçmek olmaz: Her tartışmanın sınırlarını da belirleme yetkisi onların elindedir. Avuçlarının içinde sımsıkı tutarlar kazara başkasına kaptırmamak için… Kürtaj tartışmasının sınırları da diğer her konuda olduğu gibi onlar tarafından belirlenecektir. Olası her itiraz, “kürtaj yanlılığı” olarak damgalanabilecektir böylece… Kürtajın bir hak olduğunu söyleyen de, kimi durumlarda bir zorunluluk olduğunu söyleyen de, “kürtaja karşıyım ama devletin bu konuyu yasakla çözmesine karşıyım” diyen de “kürtaj yanlısı” olacaktır onlara göre… “Kürtaj yanlısı” ne demektir bilinmez ama hikmet-i hükümetten sual etmek densizliğini gösteren bendeniz bir anda “kürtaj yanlısı” safta buluveririm kendimi. Çünkü tartışmanın sınırlarını olduğu kadar dilini, o dilin göstergelerini de onlar belirleyeceklerdir. Bu durumda insan kendisinden şüphe duymadan edemiyor. Yine de inanın ki bendeniz hobim gereği boş zamanlarımı kürtaj olarak filan geçirmiyorum.
Tartışmanın dilini, yöntemini, argümanlarını dilediği gibi sınırlama hakkını elinde tutma çabasındaki majestegiller kusura bakmasınlar ancak kürtaj konusundaki literatür kendilerinin boyunu hayli aşacak nicelik ve niteliktedir. Kabine üyelerini, Türkçe engelli Belediye Başkanlarını, medyadaki köşe tutucularını, atanmış diyanet bürokratlarını falan dikey olarak üst üste koysanız da değişen bir şey olmayacaktır. Başbakan kürtajın cinayet olduğunu söylerken hangi tıbbi bilgiye dayandığını açıklayamaz. Ne söylerse söylesin kendisini alkışlamak için hazır ve nazır olan siyaset ve medya erbabı da başbakanın açıklamalarına temel olan verileri merak etmez. Durup dururken bu tartışmayı neden başlattığını sormak mı? Ağzımızdan yel alsın… Başbakanın cinayet dediği kürtaja 2 ay süre biçen Sağlık Bakanı’nın tutarlılığı da tartışılmaz. Başbakanın vurgusuyla kürtaj 2 aylık gebelikte de cinayet olmaya devam etmemekte midir? Eğer etmiyorsa Başbakan, en ufak bir bilgisi olmayan bir konuda laf olsun diye atıp tutmakta mıdır? Yoksa Sağlık Bakanı cinayet yanlısı mıdır? Kimse muktedirlerin söyleminde tutarlılık sınaması yapmaz çünkü herkes GERÇEK meselenin ne olup ne olmadığını en yalın haliyle bilmektedir zaten… Kafa hep aynı kafadır. Nasıl yaşayacağımız, nasıl öleceğimiz, nasıl ilişkiler kurup, nasıl üreyeceğimiz onların iki dudağının arasında olmalıdır. Yaşam tarzımızın, ilişki biçimlerimizin, siyasal algımızın, sosyal örgütlenme modellerimizin, cinsel yönelimlerimizin, ilgi alanlarımızın, beğenilerimizin, ağız tadımızın, müzik zevkimizin, bedenlerimizle ne yapıp ne yapamayacağımızın, neye inanıp neye inanmayacağımızın, kendimizi ne olarak tanımlayıp tanımlayamayacağımızın… Hayatlarımıza dair akla gelebilecek her şeyin meşruiyet alanını daraltıp, sınırlarını kendi muhafazakâr algılarına göre yeniden çizmek… 12 Eylül postalları altında geçen 30 koca yılda tankla, topla, dipçik ve copla başarılamayan “tek”leştirme işlemini alıştıra alıştıra gerçekleştirmeye koyulmak… Arzuları budur! “Dert”leri budur! Meseleleri budur!
Yoksa majestegillerin çocuklara ve hayata bakışını Pozantı’dan, N.Ç. davasından, Uğur Kaymaz’lardan, Ceylan Önkol’lardan pekâlâ bilmekteyizdir. Dünyanın en büyük beş silah ithalatçısından biri olan bu ülkede hayatın ne kadar kıymetli görüldüğünü de… Ve yatıp kalkıp… Yatıp kalkıp Uludere elbette…
Erdinç Yücel – “K” için yazılmıştır.