Mecazsız, yan anlamsız, slogansız yalın gerçek; Hrant öldü.
Olay yeri inceleme raporları yakın mesafeden ateşlenen silahtan bahsettiler… Hrant’ın bedenine üç kurşun saplanmıştı, katil arkadan yaklaşmıştı, Hrant hayatını oracıkta kaybetmişti… Hrant öldü. Mecazsız, yan anlamsız, slogansız öldü. Kalbi oracıkta durdu öylece… Dev gibi değil, kocaman değil, yumruk kadar kalbi beş yıldır atmıyor. Kalbi toprak oldu. Hrant, Hrant değil artık… Hrant öldü. Tedirginliğiniz boşuna… Beş yıldır her an bir yerden karşınıza çıkacakmış gibi hop oturup hop kalkmanız boşuna… Hiçbirimiz Hrant değiliz...  Bir ölüp bin gelmedik, bir kişi daha azız beş yıldır. Peki, siz ne kadar çoğaldınız?
Hrant öldü… Arkasından çok üzüldük, çok öfkelendik, çok kırıldık… Arkasından bir araya geldik, sonra dağıldık, evlerimize gidip televizyon izledik. Sonra yıldönümlerinde tekrar bir araya geldik. Cinayet aydınlansın istedik, karanlıkta kalmış gibi… Oysa her şey gözümüzün önünde gerçekleşmişti. Ermeni döllü manşetleri hep birlikte okumuştuk. Erzurum’un kurtuluş günlerinde dayak yemekten zor kurtulan temsili Ermenilere hep birlikte gülmüştük. Kerinçek’lerin, Perinçsiz’lerin Hrant’ı hedef alan linç kampanyalarını hep birlikte izlemiştik. Hrant’ı hep birlikte mahkûm eden devlet erkânına, savcılara ve hâkimlere saygıda kusur etmemiştik. Hrant’ı zigaya çekip kibarca “uyaran” bürokratların karşısında önümüzü iliklemiştik… Göstere göstere gelen cinayet hiçbirimizi şaşırtmadıysa da olan bitenlerde kendi dahlimiz olduğunu hiç ama hiç aklımıza getirmemiştik…
Her yıldönümünde bir araya gelmeye devam ettik. “Kardeşimizsin Hrant” dedik. “Hepimiz Hrant’ız” dedik ve sonra evimize, okulumuza, işlerimize dönerken bu işte bir gariplik sezmedik. Öfkemizi, acımızı ve kırgınlığımızı haykıran her gösteri molasından sonra sistem içi hayatlarımıza kaldığımız yerden devam ettik. Sisteme katılırken, o öğütücü çarkları özgücümüzle döndürürken, hala öfkemizin, acımızın ve kırgınlığımızın bir şeyleri değiştirebileceğini hayal ettik. Kamuoyu oluşturduk, adalet talep ettik, katilleri devlete şikâyet ettik… Hrant’ın güvercin tedirginliğine ağıtlar yakarken, üç yaşındaki çocuk naifliğiyle amiri dürtükleyip memuru göstermek iyiydi ama her şeyi görmüş olmak gerekmezdi… Yüz yıllık bu cinayete tanık olmak gerekmezdi… Bir sözlük yeterdi amirin memurla ilişkisini çözmek için…
Hrant öldü… Mecazsız, yan anlamsız, slogansız öldü. Kendi kendine olmadı.  Tetiği çeken bir el vardı. Tetiği çektirenler vardı. Gözcülük edenler vardı. Planı kuranlar vardı. Cinayeti daha işlenmeden önce örtbas edenler vardı. Hrant’ı açıkça hedef gösteren çığırtkanlar vardı. Cinayetin yolunu düzleyen yargılamalar vardı. Cinayetten sonra tetikçiye elde bayrak poz verdirenler vardı. Hrant’ın kanı henüz kurumadan önce beş yıl sürecek mahkemenin sonucunu ilan eden polis müdürleri vardı. Her şey vardı… Herrr şey vardı… Ama cinayetin arkasında bir örgüt yoktu. (Adaletten) bağımsız yargının sözü buydu… Hükümetimiz bütün yurttaşlardan sağduyu bekliyordu. Yargıtay sürecini beklemek gerektiğini buyuruyordu… Adaleti etkilemek olmazdı. Bu cinayet dosyası Ankara’nın dehlizlerinde kaybolmazdı… Falandı da filandı…
Bir kez daha öfkeli, acılı ve kırgın döküldük sokağa. Hrant hala ölüydü. Mecazlar, yan anlamlar, sloganlar bir yana bırakıldığında hiçbirimiz Hrant olamamıştık. Gidenler dönmüyordu. Başka türlüsü mümkünmüş gibi “devlet adalete hiç yüz vermiyor”du… Vedat Demircioğlu kırk dört yıldır nasıl ölüyse, tam olarak öyle ölüydü Hrant… Devlet Erdal Eren için ne kadar adalet dağıttıysa, Hrant için de o kadar dağıtabilirdi ancak... On yedi bin faili meçhulü zaten görmemiştik. Hapishanelerden yükselen çığlıkları duymamıştık… Dört tarafı tel örgülerle çevrili bu kara parçasındaki kan, barut ve yanık kokularını hissetmemiştik... İşte bu yüzden hepimiz masumduk… Hükümet ne kadar masumsa… Kerinçek’ler, Perinçsiz’ler ne kadar masumsa… 16 Mart’tan beri iyi tanıdığımız Reşat müdürler ne kadar masumsa… Ali Albay’lar, Muhsin Başkan’lar, basın bültenleri, gasteler, televizyonlar ne kadar masumsa… İşimizle, okulumuzla, saygımızla, korkumuzla, gelecek planlarımızla, o öğütücü çarklara dört elle sarılışımızla, sandıklar dolusu oylarımızla, sözümüzle, sazımızla, seyirci kalışlarımızla dâhil olduğumuz bu sistem ne kadar masumsa biz de o kadar masumuz işte… Ve o kadar Hrant’ız...
Hrant öldü… Düştüğü yerde yüz yıllık bir nefretin izleri vardı. Üç kurşun, bir beyaz bere ve tabanı delik bir çift ayakkabı…

You may also like

Back to Top