Bir Bakanın Seyir Defteri

muammer güler idris naim şahin

Devir teslim törenlerinin kendine has bir hüznü, kendine has bir heyecanı ve kendine has bir güzelliği olsa gerek. Bizim için hiç eskimeyecek olan sabık İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, devir teslim töreni sırasında yapmak istediği ama yapamadığı Angelina Jolie şakasıyla, hüznüyle ve halefine yönelttiği temenni cümleleriyle bize kendisini bir kez daha tanıtmış oldu. “Bakanlığın ses sisteminin bozuk olduğunu” söylüyordu tören salonunda, ses sisteminin o an çalışıyor olduğunu ve söylediği her şeyin kayıt altına alındığını bile fark etmeden. Halefinin kulağına eğilmiş; “Bunlar bir de Angelina Jolie geldiği zaman böyle yapmıştı. Bir espri yapacağım ama günü değil kusura bakma” derken nasıl da sempatikti. Hele; “Ayrıldık gidiyoruz, herkes ayrılacak, siz de bir gün… İnşallah benim gibi on sekiz ay yirmi günde değil de gönlünüzün arzu ettiği zamanda ayrılırsınız” derken nasıl da içli, nasıl da diğerkam, nasıl da kendisiydi… Resim yaparak, şiir yazarak, şarkı söyleyerek filan ülkemizin birliğine bütünlüğüne kast eden kendini bilmezlere benzemezdi o. Nev’i şahsına münhasır bir kişilikti kuşkusuz… Beş TEDAŞ görevlisinin ölümü üzerine taziye için gittiği Erzurum Aşkale’deki meşhur takla şakasından biliyorduk onun tavrını ve dahi tarzını ama koltuğuyla kurduğu ilişkiye de bu devir teslim töreninde vakıf oluvermiş bulunduk. Koltuk dediğimiz şey, dilediğince, gönül arzu ettiğince oturulacak bir değerli nimetti kendisi için. Zaten öyle olmasa, bakanlıktan alındığına ilişkin bilgi notu kendisine gösterildiğinde kameraların önünde beti benzi de atmazdı doğrusu… On sekiz ay yirmi gün kendisini tanımamız için yeterli süreydi. Ulusça teşriki mesaimizi bu kadar uzatmasaydık ne kaybederdik bilmiyorum. Kim biliyor o da mechul… Yine de çekilecek çilemiz varmış ki bunca zaman İdris Naim Beyefendi’nin şakalarına maruz kalmak durumunda bırakılmış olduk…

O şimdi çok uzaklarda olduğuna göre silkinip bir parça kendimize gelmemizde bir sakınca olmasa gerek. Ama içimizde bir kaygı bulutu gezinip durmaya devam ediyor hala. Belki de atalarımız genellikle boş konuşmadığı içindir. Sahi… Gelen gideni aratır mı dersiniz?

Devletin Gaz Hali

1 mayıs 2007 sabahı Taksim çevresinde hayatın bir parça zor olacağından kimsenin kuşkusu bulunmuyordu. Nasıl olsun ki? Tam 30 yıldır her 1 Mayıs’ta yaşanan Taksim tartışması kimse için yeni sayılmazdı. 1989’ta sırf Taksim’de kutlama yaptırmamak için Mehmet Akif Dalcı’nın öldürüldüğünü kim bilmiyordu ki? Ya da 1990’da Gülay Beceren’i felç eden polis kurşununun nedenini… 1 Mayıs dediğin zaten radikal sol grupların işçi ve emekçileri hayatı durdurmaya çağırdığı, bazen büyük kalabalıkların Taksim dışındaki şu veya bu alanda toplandığı ve o gün Taksim’de olmak isteyenlerin de biraz coplanıp gözaltına alındığı bir gün değil miydi ki? Güzide medyamızın provokasyon çığlıklarından vakit bulup Haymarket Olayını anlatmasını beklemiyorduk herhalde…

Taksim çevresinde o gün hayatın kolay olacağını kimse zannetmiyordu ama İstanbul Valisi Muammer Güler’in emriyle 1 Mayıs kutlamalarının bütün kente yayılmasını da beklemiyordu hiç kimse… Ama oldu… Ve İstanbul polisinin büyük gayretiyle kentte hayat durdu o gün… Sabah saatlerinde şehrin bütün ana yolları kesilmiş, trafik felç edilmiş, kimse bir yerden bir yere gidemez olmuştu. Saat henüz 12:00 olmamışken, E5 ve TEM otoyollarında yetmiş üçü otobüs olmak üzere tam iki yüz otuz bir araç 1 Mayıs kutlamasına gittiği gerekçesiyle fiilen seyahatten men edilmiş, çoğunluğu Beşiktaş’ta olmak üzere dokuz yüzü aşkın kişi gözaltına alınmıştı bile… Beşiktaş, Harbiye, Tarlabaşı ve İstiklal gaza boğulmuştu… Okmeydanı’nda ise polis o kadar yoğun gaz bombası kullanmıştı ki polisin gaz stoğu tükendiği için öğlenden sonra 1 Mayıs kutlaması yapan insanlara müdahale edemez hale gelmişti…

Bütün bunların sebebi medyaya ve İstanbul Valisi Muammer Güler’e sorulduğunda Taksim’de büyük olaylar çıkarılmak istendiği iddia edilecekti. Taksim’de kutlama yapılması kamu güvenliği için gerçekten büyük bir tehdit kaynağı olacaktı… Bütün bunlar gerçekten inandırıcı olmak üzereydi doğrusu. Zira polisin kalabalıklara müdahale ettiği her nokta uzaktan bakıldığında bir savaş alanını andırıyordu. Tazyikli sular, gaz bombaları, havaya açılan uyarı ateşleri… Kilitlenen trafik, nefes alamayan ve polis araçları yetmediği için belediye otobüslerine tıkıştırılarak gözaltına alınan insanlar… Kuşkusuz Muammer Güler ve arkadaşları her şeyi ince ince düşünmüşlerdi de akıllarına gelmeyen tek şey başlarına gelivermişti… Bunca gaza, suya, gözaltına rağmen… Türk-İş, Hak-İş, EMEP, CHP ve İP’in Kadıköy tiyatrosuna rağmen… Valinin açıklamalarına, medyanın çığırtkanlığına, devletin tam otuz yıllık yasağına rağmen binlerce kişilik bir kalabalık Taksim Meydanına girmiş ve kimsenin canını yakmadan 1 Mayıs’ı kutlayıp alandan ayrılmayı başarmışlardı… O gün koskoca valinin gücü yalnızca televizyon kanallarının canlı yayın araçlarına yetecekti ki, bu tavrıyla Hürriyet gazetesinin tabiriyle “İstanbul Diktatörü” unvanını almayı başarmış olacaktı.

Peki, anlı şanlı demokrasi aşığı medyamızın el birliği ile görmezden geldiği şey neydi? İstanbulluları düpedüz hapseden, trafiği kilitleyen, nefes alınmaz hale getiren, çocukların, yaşlıların ve astım hastalarının düpedüz canıyla oynama pahasına dört bir yanı gaza boğan bu “önlem”ler hiçbir işe yaramadığı gibi onca provokasyon çığırtkanlığının da düpedüz palavra olduğu kanıtlanmış oluyordu işte… Sonraki yıllarda Taksim’de izinli olarak yapılan kutlamalarda da hiçbir olayın çıkmayacak olması güzide valimizi tekzip edecek olsa da kendisi İstanbullulara borçlu olduğu kocaman özürü elbette asla dilemeyecekti.

Bir Bürokratın Anatomisi

Hiç beklenmedik insanların hiç beklenmedik konularda üstün yetenek sahibi olmaları seyrek görülen bir durum değildir ve Muammer Güler’in de her an trafiği kilitleyebilmek gibi bir yeteneği olduğunu kimse inkar edemez elbette. 2007 1 Mayıs rezaleti bu konudaki ilk başarısı olmadığı gibi son başarısı da olmadı bu yetenekli bürokratın. 2004 yılı Haziran ayında İstanbul’da düzenlenen NATO zirvesi iki gün sürmüş olsa da Muammer Güler’in kişisel becerisi sayesinde İstanbul trafiğinin tam bir hafta boyunca kilitlenmesine neden olabilmişti mesela… Ya da Papa 16. Benediktus’un 2006 yılındaki dört günlük İstanbul ziyareti sırasında yalnızca araç trafiğini değil, deniz ulaşımını da kesintiye uğratmayı başarabilmiş bir yöneticidir söz konusu olan… 2007’den sonra 2008 ve 2009’da da kara ve deniz yollarını kestirerek bu başarısının tesadüfî olmadığını bütün dünyaya gösterebilmişti.

Yine de yalnızca trafik keşmekeşi yaratmaktaki müthiş başarısı onun tek vasfı değildir. Bürokratların, medya mensuplarının ve akademisyenlerin aslında kim olduklarını, neci olduklarını anlamak için elimizde dört dörtlük bir ölçek duruyorken lafı uzatmaya gerek var mıdır? Yaşı kemale ermiş bir bürokrata sorulacak ilk soru şudur bu durumda: “12 Eylül’de ne iş yapardın? Darbeden sonra ne oldu?” Yüzlerce kişiyi katleden, on binlercesini işkenceden geçiren, binlercesini hapishanelere dolduran 12 Eylül rejiminin size karşı tutumu elbette açık bir ölçüttür sizin kim olduğunuza dair. Ve Muammer Güler 12 Eylülcülerin el üstünde tuttuğu istikrarlı bir şekilde terfi ettirip ödüllendirdiği bir İçişleri bürokratıdır.  İçişleri Bakanlığı’nda şube müdürü, daire başkanı, personel genel müdür yardımcılığı ve personel genel müdürlüğü yapmış bir bürokrattır o. Yani yalnızca 12 Eylül normlarına uyan değil, bu normların belirlenmesinde, bu normlara uygun kişilerin atanmasında ve taltif edilmesinde en üst düzeyde söz sahibi olan bir bürokrattır. Sonra malum 90’lı yıllar gelir. Muammer Güler’in yükselişi hiç durmaz. Önce 1992’de Niğde Valisi olarak çıkar karşımıza, ardından 93’te Kayseri ve 94’te Gaziantep Valisi olacaktır. Gaziantep’te tam altı yıl görev yapar. 28 Şubat darbecileri de Güler’den memnundurlar elbette… Her devrin adamıdır o nitekim…

Yine de bazen ufak yol kazaları olabilmektedir. 2000 yılı Haziran ayında DGM Savcısı Talat Şalk’ın hazırladığı yolsuzluk dosyasında adı geçer. Bu dosyaya göre Kilis ve Gaziantep’te faaliyetlerini yoğunlaştıran bir şirket, Suriye bağlantılı olarak hayali ihracat ve yolsuzluğa bulaşmıştır. DGM Savcısı Talat Şalk uyuşturucu ve silah kaçakçılığından da şüphelenmektedir. Söz konusu çeteyle bağlantılı olduğu düşünülen bir albay tutuklama istemiyle mahkemeye sevk edilir. Mahkeme albayı tutuksuz yargılama yoluna gider, dönemin Kilis Valisi görevinden alınır. Muammer Güler hakkındaki iddialar ise soruşturmanın odağındaki iş adamının korunup kollanması ve ödüllendirilmesi noktasında yoğunlaşmıştır. Güler hakkındaki iddialar Fazilet Partisi,  MHP, DYP, DSP ve CHP Gaziantep örgütlerini adeta birleştirir. Savcı Talat Şalk basının Güler’e yönelttiği ciddi iddialar karşısında ise “Gaziantep Valisi hakkında pek bir şey yok” der. Muammer Güler DSP-ANAP-MHP koalisyonu tarafından Samsun’a atanır ve konu kapanır.  Muammer Güler aklanmış ancak fiili olarak tenzili rütbeye uğramıştır.

Karışık günlerdir o günler. Ekonomik ve siyasi kriz üst üste biner. 2001 yılında ekonomik yapı, 2002 Kasım ayına gelindiğinde ise siyasi yapı bütünüyle çökmüş, merkez yer değiştirmiş, eski iktidar odaklarının halk desteği yüzde birler seviyesine çakılmıştır. Dünya’da 11 Eylül rüzgârları esmektedir. İslam dünyası hedefe çakılmıştır. İslam dünyasının reforme edilmesinin, ılımlı bir model yaratılarak ABD’nin nüfuz alanı içinde tutulmasının zamanıdır artık. Bu noktada Türkiye’ye biçilen rol de gayet stratejiktir. Yeni bir aktör olarak siyaset dünyasına giren AK Parti’nin henüz bir yaşındaki bir parti için görkemli bir çıkışla tek başına iktidar olması da tesadüf bu ya yeni dönemin Ilımlı İslam arayışına cevap veren bir gelişme olur. Ve Muammer Güler tipik bir “görev” adamı olarak, milliyetçi ve muhafazakâr bir bürokrat olarak yükselişine AK Parti iktidarı döneminde de devam etme fırsatını buluverir. AK Parti’nin ilk valiler kararnamesinde taze İstanbul Valisi olarak çıkıverir karşımıza… Trafiği kilitleme konusundaki tarihte bir örneği bulunmayan eşsiz başarısı sayesinde 2010 yılında Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı, 2011 yılında ise AK Parti Mardin miletvekili olarak yeniden karşımıza çıkacaktır o…

Teferruatlar…

19 Ocak 2007 günü Agos Gazetesi’nin önünde cansız bir beden, tabanı delik bir çift ayakkabı ve üç mermi kovanı vardı. Katil henüz ele geçmemişken İstanbul Valisi Muammer Güler ve Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah içlerine doğmuş olsa gerek ki cinayetin organize bir faaliyetin ürünü değil bireysel bir olay olduğunu kamuoyuna açıklayıvermişlerdi bile. Başka ne olabilirdi ki zaten? Katil 17 yaşındaydı. Trabzon’dan tek başına İstanbul’a gelmiş, AGOS gazetesini bulmuş, Hrant Dink’i bir bakışta tanıyıvermiş, çarşıda pazarda hepimizin kolaylıkla bulabileceği şekilde bulduğu silahı soğukkanlılıkla ateşlemiş ve olay yerini terk etmişti. Olay yerinden uzaklaşırken de her mantıklı (bireysel) katil gibi silahından değil cep telefonundan kurtulmayı denemiş ve başarmıştı da… Yakalandığı vakit her  (bireysel) katil gibi eline bayrak tutuşturulup posterlik bir hatıra fotoğrafı çekilmişti polisler tarafından… Kötü niyetli insanların iddialarına kulak asmanın alemi yoktu. Koskoca Vali ne diyorsa oydu elbette…

Olaydan sonra ipuçları birleştirilmeye başlandığında bu cinayet henüz işlenmeden neredeyse bir yıl önce herkesin, her kurumun cinayetten haberdar olduğu ortaya çıkıyordu. Kimin öldürüleceği, cinayeti kimin işleyeceği, hangi silahla işleyeceği filan özenle raporlanmış ve bu raporlar özenle hasıraltı edilmişti tek tek… Olay günü kayıt halinde olan bazı işyerlerine ait kameralarda olayla ilişkili olabileceği belli olan çok sayıda şüpheli kişi görünüyordu ama bunların peşine düşmeye de gerek yoktu. Olay günü olay yerinde çalışmakta olan MOBESE kameralarının kayıtları tesadüfen silinmişti ve bunun altında da çapanoğlu aramaya hiç gerek yoktu. Zira daha Hrant Dink’in kanı kurumamışken olayın bireysel bir cinayet olduğunu aydınlatmış bulunan bürokratlara sahiptik. Ne mutluydu bize… Olaydan bir yıl kadar önce Hrant Dink’in İstanbul Valiliğine çağrılıp kendisini MİT mensubu olarak tanıtan iki kişi tarafından “uyarılmış” olmasını da bütün kötü niyetiyle tehdit olarak yorumlayan kişilerin var olması ne korkunçtu… Yani düşünsenize “böyle konuşmaya devam edersen sonun hiç hayırlı olmayacak” şeklinde dostane bir uyarı bile tehdit olarak yansıtılabiliyordu… Sırf Hrant Dink’in öldürüleceğine dair üç beş istihbarat raporu onca meşguliyet arasında kaybolup gitti diye bir takım devlet görevlilerinin yargılanması filan istenebiliyordu… Görevi ihmal ve suiistimalden bahsedilebiliyordu. Nankörlüğe bakar mısınız lütfen…

Devletin valisiyle bu kadar uğraşmak kimsenin haddine değildi elbette. Oysa medya hep böyle şeyler yapıyordu. İstanbul polisinin Devrimci Karargâh operasyonu sırasında olayla ilgisi olmayan bir vatandaşın ölmesi ve bir NTV muhabirinin yaralanması da kötü niyetli insanların dilinde çarpıtılıvermemiş miydi? İstanbul’da bazı evlerin yıkımı sırasında bir ilkokula atılan gaz bombasından otuz kırk çocuk biraz etkilendi diye kıyametler koparılmamış mıydı? Koskoca devletin valisi, iktidar partisinin propagandasını yapan bir kitapçığa önsöz yazdığı için alkışlanacağı yerde eleştirilere maruz kalıyordu densizliğin bu kadarına da pes değil miydi yani…

Neyse ki burası Türkiye’ydi, neyse ki iktidarda güçlü bir tek parti hükümeti vardı, neyse ki devlet baba çocuklarını koruyup kollama refleksinden hiç vazgeçmiyordu da 12 Eylülden 28 Şubat’a kadar her kritik dönemde görevini başarıyla ifa eden bu renkli ve kıymetli bürokrat görevinde sürekli yükselerek en nihayetinde İçişleri bürokrasisinin en tepesine yerleşebildi.

Şimdi bize düşen, kendisini gönülden tebrik etmek ve bir görev adamı, bir insan hakları savunucusu, bir haklar ve özgürlükler kahramanı, bir barış abidesi olan bu kıymetli büyüğümüzün, selefi Sayın İdris Naim şahin Beyefendi’yi asla ama asla aratmayacağını ilan etmektir…

Ne mutlu bize… Ne mutlu bu güzel ve yalnız ülkemizde teferruatım diyene…

Erdinç Yücel

İllüstrasyon: Mesud Ata

YeniHarman Şubat 2013 sayısında yayımlanmıştır.

 

Bir Cevap Yazın