Bir Kumsal Hikâyesi

“Bir kent nasıl öldürülür göz göre göre
Ben inanmıyorum kim ne derse desin.”

(Ahmet Telli)

Kendini kendi tırnaklarıyla kazıya kazıya var etmeyenler bilmez bunu; her şehrin bir kokusu vardır. Her sokağın bir hafızası… Her beton parçasının dehşetli bir hikâyesi… Her ağaç altının bir parça hüznü… Değil mi ki bir odadan küçük bir eşyacığı atmakla bir aşkı kurutmak mümkündür… Bir meydanın ismini değiştirmekle bir felaketi unutturmak ya da…

Sosyolojiden psikolojiden anlamam ben. Keza mimarlık da benim işim değil… Toplum mühendisliği benden uzak olsun iyice… Alengirli büyük laflar da köşe tutucularla kalemşörlerin işi olsun. Ben yalnız kendi hikâyemi bilirim ve bu hikâyenin seninkine aslında ne kadar benziyor olduğunu…

Derler ki ağaç yaşken eğilir. Üzüm üzüme baka baka kararır. Kızı boş bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya… Olur ya kimse dizini dövmek istemez zaten. Maazallah insanlar kendi kendilerini inşa etme potansiyeli taşıyan varlıklardır çünkü… Ama yalnızca demekle kalsalar iyidir yine. Onlar gözetlerler, kayıt altına alırlar, yönlendirirler, yaşken eğerler, yol gösterirler, adap öğretirler, bildikleri bilmedikleri ne varsa hepsini süzgeçten geçirirler de ne olmanı istiyorlarsa zihnine bin bir araçla zerk ederler… Ve insan ne zaman kendisine dayatılan algıyı, gerçekliği, rolleri bir kenara itip kendi kendini inşa etmeye kalkışacak olsa kendisini yeni bir evrende var etmesi gerekir… İyiyi kötüyü, artıyı eksiyi yargılamak başka zamanın işi olsun. Kişi her zaman ne aradığını bilerek çıkmaz bu yola ama bulduğu şeyin o kentle, o sokaklarla, o evler, yollar ve kaldırımlarla bir ilgisi olacaktır mutlak. Çünkü kendini kendi tırnaklarıyla kazıya kazıya var etmeyenler bilmese de her şehrin bir kokusu vardır.

Her muhitin bir karakteri vardır ve insanına da kıyısından köşesinden bulaştırır o karakteri… Zira her muhitin sana verdikleri ve senden esirgedikleri farklı farklıdır… Tarihi, kültürü, coğrafyası, farklı farklıdır her birinin… Ve bu farklılıkların her biri eksiltilemeyecek bir toplam oluştururlar. Kendine has bir karmadır bu. Kendine has bir zenginlik… Ve toplum mühendisleri herkesten daha çok farkındadır bunun. Ümraniye’de 1 Mayıs Mahallesi’nin adı bir gecede Mustafa Kemal’e dönüşür mesela… Armutlu’nun adı Fatih Sultan Mehmet’e… Bir bakmışsınız Gazi Mahallesi’nde yatıp Yunus Emre Mahallesinde uyanıverirsiniz bir sabah… Dersim’de yatıp Tunceli’de kalkabileceğiniz gibi… Peki, bunların hepsi mi tesadüf? Yok artık Lebron James!

Bellek kaybının ilk işaretleri, şeyler arasındaki bağıntıların birer birer kaybedilmesiyle ortaya çıkar. Zihin haritasının boşluklarla dolmasıdır bu. Şeylerin birbiriyle ilişkilendirilememesi, bağlamın kaybolması, sürekliliğin kesintiye uğraması… İstanbul ismi “Stinpoli”den gelmez de “islambol”dan gelmiş olur mesela… Anadolu eski Yunancadaki “Anatolia”den gelmiş olursa maazallah birliğimizin bütünlüğümüzün köküne bilmem ne olmuş olur. O zaman toplum mühendislerimiz buna cevaz vermemek adına bir “doldur ana doldur” hikâyesi uydurmak zorunda kalırlar… Çünkü toplum mühendislerinin birinci vazifesi tarihsel ve kültürel sürekliliği akamete uğratmaktır. Hükmedip şekillendirmek istedikleri topluluğun algısını kendi yalanlarına bağımlı kılmaktır… Ama yetmez… O sürekliliği kesmek için 6-7 Eylül gibi “muhteşem özel harp operasyon”larına da ihtiyaç duyulur… O da yetmez, tarihi binalar tek tek yakılıp otoparka çevrilir. O muhteşem siluetin orta yerine gök delenler dikilir, oteller dikilir, ormanlar budanıp havaalanları, köprüler ve üniversiteler inşa edilir… Etiler’in dibindeki Armutlu kötüdür ve yasadışıdır ama ormanın ortasında on binlerce  ağacın kesilip (nakliyesi çok masraflı olduğu için) temellere gömüldüğü Koç Üniversitesi süper şahane ve sonuna kadar yasal kabul edilir… Ama yine yetmez…

Eskiler kendi yaşamlarından bilirdi. Sonra filmler geldi ve şimdiki kuşaklar karikatürlerden ve Cem Yılmaz’ın şovlarından öğrenirler ki İstanbul’a her gelen için İstanbul hem korku kaynağı hem de fethedilip diz çöktürülecek bir vahşi güzelliktir: “Seni yeneceğim İstanbul, görelim bakalım sen mi büyüksün, ben mi?” Ve taze toplum mühendislerimizin, muktedir makamında ustalaştığını iddia eden kibirli çaylaklarımızın küçük bir numarası da tam bu meydan okumanın mekânını yok etmek olur. Zira İstanbul’a dadanan bu bellek hırsızlarının parmak izlerini silmeleri gerekir. Ne yapmak istediklerini, gerçek tasalarını, gizli ajandalarını çat diye tanımamız için Haydarpaşa Garı’na bakmamız kafi olacaktır zira… Ve o zaman yansın Haydarpaşa… Ama yine de…

Toplumu yeniden tasarlarken toplumsal belleği dümdüz etmenin temel koşullarından biri sokağın belleğini çekip almaktır elbette… Cadde üzerinden masaları kaldır. Şehri biraz daha kendi içine göm. Muhabbete saldır. Sokağın selamını sabahını kes. Her anını kontrol altında tut… İtirazları engelle… Kimin neyi ne kadar ve nerede protesto edebileceğine sen karar ver… Sokakları gaza ve suya boğ… Her köşe başına bir alış veriş merkezi dik… Sokak müzisyenlerini haraca bağla… Sulukulelileri sokaklarından çek ve toplu konutlara tıka… Üniversite, köprü, havaalanı ayağına ağaçları milyon milyon kes ve sokak lambası direklerine yerleştirdiğin saksılardaki çiçeklerle övün… Bütün bunları deprem tehlikesiyle meşrulaştırmaya çalış ama deprem vergisi diye almaya başlanan haracın adını bir gecede kimseye duyurmadan değiştirip onlarla “duble yol”lar yap ve bununla oy topla… Bu arada Vanlı depremzedeler varsın sürünüyor olsunlar…

Yeter mi? Yetmez elbette. Çünkü bu şehir bunlar gibi nice kibirli çaylakları görüp geçirmiştir… Nice fatihler, nice işgalciler, nice “seni yeneceğim İstanbul”cular gelip de geçmişlerdir ama ne külhanlarını vermiştir bu şehir, ne beyefendilerini, ne de hüzünlü orospularını… Dördüncü Murat’ın yasakları, dördüncü Murat’tan bile daha uzun yaşamayı başaramadıysa o kibirli çaylakların, o kerameti kendinden menkul toplum mühendislerinin bundan bir takım dersler çıkarması gerekir. Zira akıl sahipleri için nice ibretler gizlidir bu hikâyede. Ve işlerine gelse de gelmese de her şehrin bir kokusu vardır. Her sokağın hafızası… Ve her kaldırım taşı bilir kendi altında yatan kumsalı…

Erdinç Yücel – 20 Mayıs 2013

İnşaet Gazetesi İçin Yazılmıştır.

YeniHarman Haziran 2013 – Gezi İsyanı Özel Sayısında Yayımlanmıştır.

yeni harman haziran 2013

Bir Cevap Yazın