Korkunun Arkeolojisi

12 eylul 1980 darbesi

Eski günler…

12 Eylül olmuş bitmiş, el kadar çocuk ne bilsin ne olduğunu… Hoş, “bitmiş” lafın gelişi. Bittiği yok bu meretin, yakın zamanda da bitecek gibi görünmüyor.

Okumayı yeni yeni öğrenmiş bir çocuğun gözünden bakın dünyaya… Kurt adamların kafeslerde dolaştırıldığı, balonların ve sakızların ölü derisinden yapıldığı günlerdir onlar. Sokakta biri sizi çevirip sorduğunda; “Ne sağcıyım ne solcuyum, Atatürkçüyüm” diye cevap vermek zorunda olduğunuz günler… Sakallı Bebek henüz doğmamış ve Adile Naşit ölmemiştir… Gazetelerin Kenan Evren posteri dağıttığı ve sizin bu pop star kılıklı generalin yüzünü filan sevip okşadığınız günlerdir. İtiraf edeyim, en büyük mutsuzluğum o posteri ayakkabıların altına seren annemden dolayıdır. TRT yayını kapanırken okunan İstiklal Marşı’nda ayağa kalkmamak kadar dehşet verici bir şey varsa o da yanaklarını okşayıp durduğunuz o posterin ayakkabıların altına serilmesidir. Oysa bu hareketin, kendi halinde bir memur ailesi için taşıdığı derin anlamı nereden bileceksin…

O günlerde bizim evimizde Milliyet okunurdu. Bir de Milliyet Çocuk vardı elbette. Red Kit’le tanışmam onun sayesindedir. Türkiye Gazetesiyle tanışmam da öyle… Annem bir türlü o ayın Milliyet Çocuk’unu getirmeyince sokağımızdaki gazete bayiinden dergiyi soracak kadar büyümüşümdür artık.

– Milliyet Çocuk var mı?

– Yok ama bunu vereyim sana.

Sonra elinde Türkiye Çocuk’la eve gittiğinizde anneniz önce tepki vermez. Sonra ballandıra ballandıra amcaların ne kadar iyi olduğunu, size bedava dergi verdiklerini anlattığınızda kopan kıyametin nedeni uzun süre muamma olacaktır sizin için. Evet dilenciler falan çocukları kaçırabilir. Evet kafeslerde kurt adamların dolaştığı, balon ve sakızların ölü derisinden yapıldığı günlerdir onlar ama tabelasında Türkiye yazan bir gazete bayiinden kime ne zarar gelebilir ki?  (Bu arada yanlış anlaşılmak istemem bu hayati bilgilerin hepsi komşumuzun kızından edinilmiştir. Annem ve babam tamamen masumdur korkularım hususunda)

Dergiyi götürüp iade etmem istendiğinde bunu nasıl yapacağımı asla bilemedim ve yapamadım da elbette… Tıpkı o beş çizgili dosya kâğıdını iade edemediğim gibi… O güvenilir gazete bayiine gidip çizgili dosya kâğıtlarını aldığımda benden para almamaları annemi niye o kadar kızdırmıştı elbette bilmiyordum. Ya kâğıtları iade edecektim ya da parasını verecektim onlara…  Falan filan… Hikâye uzun dergi sayfaları kısıtlı… 10 yaşına gelmeden 36 padişahın birden bütün hayat hikâyesini ezbere bilmem de Kenan Paşa’ya duyduğum dizginsiz hayranlık da işte o gazete bayii sayesindedir… Ruhlardan ve cinlerden falan duyduğum ölesiye korkunun da bitmek bilmez kâbuslarımın da müsebbiplerinden biridir o gazete bayii…  Ve yalnız da değilim bu konuda… İdeoloji nasıl kurulur, bir toplum cellâdına nasıl âşık edilir, sonra hava dönüp herkes 12 Eylül’e ve tüm darbelere aşırı derecede karşı olmaya başladığında, herkes birden nasıl en birinci darbe karşıtı pozuna bürünürün hikâyesidir bu…

Çocuklukta kulağa doldurulan bir milyon fantastik hikâyenin nasıl olup da şu hayattaki en büyük gerçek olarak milyonlarca insanın kafasına kazındığını anlamak istiyorsanız gazete arşivlerinde bir gezintiye çıkmanız yeterlidir aslında… Ruhlar, cinler ve durmak bilmeden memleketi karıştırmaya çalışan o anarşistler…

Korkunun arkeolojisi… Yaşadığınız ülkeyi tanımanın en kestirme yolu budur işte…

Hakikat’ten Türkiye’ye

Enver Ören 22 Nisan 1970’te “Hakikat” isimli gazeteyi kurarken kocaman bir holding’in ilk tuğlasını koymakta olduğunun farkındadır elbette. Gerek Kuleli Askeri Lisesi’ndeki eğitimi sırasında, gerekse 1961’de aldığı NATO bursuyla çıktığı İtalya seferinde hayata stratejik bir bakış atmayı öğrenmiş olması gerekir.

27 Mayıs darbesinin hemen ardından NATO bursuyla İtalya’ya gönderilmesi, 12 Mart darbesinden hemen önce Hakikat isimli bir gazete çıkarmaya başlaması, bu gazetenin darbeden bir yıl sonra, 29 Mart 1972’de Türkiye adını almış olması, 12 Eylül darbesine kadar kimsenin pek sallamadığı bir akşam gazetesi hüviyetindeki Türkiye’nin 12 Eylül’den sonra coştukça coşması da elbette tesadüf değildir. 1989’da bir buçuk milyona yaklaşan günlük “satış” rakamıyla erişilmesi güç bir rekora imza atmış olması da… Şimdiki Zaman Gazetesi’nden bildiğimiz bir yöntemle ulaşılmıştır bu rakama. Neredeyse her kapıya bırakılan üzeri “abone” mühürlü gazeteleri kim bilmez…

İhlâs mühim şeydir doğrusu. Türkiye gazetesi o günden bugüne her zaman güçlü olanın, muktedir olanın borusunu öttürmeyi bilecektir. Zaten kimi alkışlayıp, okları kimin üzerine yağdıracağınızı biliyorsanız Türkiye’de gazetecilik o kadar zor bir iş olmasa gerekir. Ne demişler; azimle yalayan taşı deler… Ve siz bir kez taşı delmeye karar verdiyseniz en helalinden gelirlerinizle  inşaat, medya, otomotiv, meşrubat, gıda, ev aletleri, turizm ve sağlık sektörlerinde söz sahibi kocaman bir holding sahibi olabilirsiniz. İşte bunların hepsi ihlâs’tan ötürüdür… O müthiş samimiyetten. Deneyin siz de başarabilirsiniz.

Pek milliyetçi – muhafazakâr medya kuruluşları TGRT, TGRT Haber ve TGRT Radyo’nun 2002’de ABD’nin en şahin Neo-Con’larından  News Corporation’ın sahibi Rupert Keith Murdoch’a satılması da yine ihlâstan ileri gelir. Bu yayın kuruluşlarının neo-con’lara devrinden sonra yayın çizgisini ve söylemini hiç değiştirmeden yoluna devam edebilmesi de zaten bu milliyetçi ve muhafazakar çizginin şahaneliğini ortaya koymuyor mu gerçekten?

12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinin hepsinde birden darbecilerin arkasında durmak ne kadar tesadüfle açıklanabilirse İhlâs Medya’nın bugün bütün darbelere en karşı, çok karşı, aşırı derecede sivil bir gazete olması da tesadüf değildir. Bir de çok seslilik var elbette. Taraf’ta cisimleşen koalisyon dağılınca iktidar partisine laf söyletmeyen ekibin merkez medyaya dağıtılması ve yalamaya başka mecralarda devam ediyor olmaları ne kadar çok seslilikse bunlardan bazılarının Türkiye’de kalem oynatmaya başlamaları o kadar çok sesliliktir…

Ama biz anlamayız elbette bu işlerden. Muhalefetle düşmanlık arasındaki farkı biz bilmeyiz. “Yeni medyada çok seslilik dersleri”ni kaçırdığımız içindir belki; ancak muhalefetin sınırlarını çizmek de Mustafa Karaalioğlu, Nuh Albayrak gibi beyefendilere düştüğüne göre en iyisini, en doğrusunu yine iktidarın köşe bızırları bileceklerdir.

Ve kıymetli U5TA’larının da dediği gibi… Bilirler… Onlar çok iyi bilirler… Çok sesliliğin ne demek olduğunu da onlara öğretecek değilizdir…

dersim cellatları Kimyasal Katliam

Cevâb Veremedi

Enver Ören 1964’te askerdeyken darbe sonrası emekliye sevk edilen Hüseyin Hilmi Işık’la tanışır. 27 Mayıs darbecilerinin alacağını aldığı satacağını sattığı günlerdir. Henüz ortada ne Hakikat vardır ne de Türkiye… Hüseyin Hilmi Işık, Enver Ören’i “eğitir” ve bununla da kalmaz damadı yapar. Peki kimdir Türkiye’de İslami, muhafazakar çevrede sonraları “ışıkçılar” olarak çokça duyulacak cemaatin lideri Işık?

Cumhuriyetin ilk yıllarında Halıcıoğlu Askeri Lisesi’ni birincilikle bitiren bir cumhuriyet çocuğudur. Sonra Eczacılık fakültesini yine birincilikle bitirerek teğmen rütbesiyle mezun olur.  Taze cumhuriyet ordusunun yetişmiş kadroya bolca ihtiyaç duyduğu günlerdir. Üstleri tarafından İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ne gönderilerek kimya eğitimi alır. 1936’dan sonra Ordudaki görevini artık Kimya Yüksek Mühendisi sıfatı ile devam ettirecektir.  O günlerde askeri kimya alanında dünya genelindeki en önemli çalışmaları Hitler Almanyası yapmaktadır. Bunun sebebi yalnızca birkaç yıl sonra ortaya çıkacaktır. Soykırım hazırlığındaki Nazi Almanyası’nın en önemli kimyagerlerinin tedrisatından geçmesi de yine bu yıllara rastlar. O artık “zehirli gazlar uzmanı”dır ve 1938’de Yüzbaşı rütbesi ile taltif edilir.

Başbakan Erdoğan’ın “literatürde varsa” özür dilediği Dersim Katliamı sırasında mağaralarda binlerce kişinin gaz kullanılarak katledildiği, Nazilerin soykırım öncesi bu kıyım sayesinde pek çok deneyim elde ettikleri iddiaları ortada dolanırken elbette bu konuları tartışmak da “uzman”lara düşer. Kim bilir belki çok sesli Türkiye Gazetesinin liberal yazarları Melih ve Yıldıray Beyler bu konuya el atarak bir gün bizi aydınlatmak isterler. Ancak bu iddialarda gerçeklik payı bulunması halinde yolumuzun çok ünlü Nazi bilim adamlarının tedrisatından geçen bazı askeri kimya uzmanları ile kesişeceği de muhakkaktır. Işık Beyefendi’nin 1938’deki terfisi de tamamen tesadüf müdür elbette biz bilemeyiz.

Hüseyin Hilmi Işık 2. Dünya Savaşı sonunda 1945’te Binbaşı olur. 27 Mayıs Darbesi sırasında emekli edildiğinde ise Kıdemli Albay rütbesine kadar yükselmiş olacaktır.

Hıristiyanlarla polemik hüviyetindeki “Cevâb veremedi” isimli kitabı içerik olarak değilse bile ismindeki asaletle bugünlerde çok yakından bilinmektedir…

Evet sevgili liberal köşe bızırlarımız… Dersim Katliamı’nı aydınlatmayı gerçekten istiyorsanız belki bu kimyasal katliam iddialarından başlamak istersiniz araştırmaya…

Bekliyoruz…

 

Erdinç Yücel

YeniHarman Ekim 2013 sayısında yayımlanmıştır.

yeniharman ekim 2013

Bir Cevap Yazın