Nereden Başlamalı?

 

Birinci Körfez Savaşı’ndan bu yana günümüz savaşları “gösteri”nin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Fotoğraflardaki sembolizm zaten kendini gözümüze yeterince sokuyor. Pekii orada neler oluyor?

Turuncu tulumları hepiniz yakından biliyorsunuz. Bu tulumlar başlangıçta ABD’nin Guantanamo ve Ebu Gureyb’deki esirlere giydirdiği tek tip üniformalardı. Sonra IŞİD bunu tersine çevirdi ve kafasını kestiği batılılara giydirmeye başladı. Buraya kadar bu hareket salt misillemeye benzer sembolik bir nitelik taşıyordu. Fakat artık iktidar rolüne iyice ısınan IŞİD, her türlü halka açık idamda bu turuncu tulumları kurbanlarına giydirmeye başladı. Yani bu tulumlar bir “batı protestosu”ndan asli işlevine geri dönmüş oldu. Yani iktidarın damgalayıcı, kimliksizliştirici ve elbette dehşet salan bir aracına… Aşağıdaki iki fotoğraftan ilki “Allah’a küfrettiği” iddia edilen bi Şii’nin, ikincisi ise bir “dolandırıcı”nın idamları sırasında çekilmiş…

İyi ama en üstteki fotoğraflarda ne oluyor?

Fotoğraflar yine Suriye’den. Sembolizmin dibine vuran bu görüntüler tam da tahmin etmek üzere olduğunuz, dilinizin ucuna gelen anlamı taşıyor.

Türkiye, ABD ve Suudi Arabistan’ın yakın ilişki içinde olduğu Ceyşul İslam isimli sözde “ılımlı” bir diğer Selefi cinayet şebekesinin elemanları, kuytuda kıstırıp sağ olarak ele geçirdikleri IŞİD militanlarını infaz ediyorlar. Üniformalar yer değiştirmiş. “Mazlumun zalimden aldığı intikam” parlak bir şekilde vurgulanmış. Herkes “kendi” üniforması içinde…

(Bu arada tam da bu görüntülerin çekildiği esnada Ceyşul İslam isimli şebekenin lideri İstanbul’da diğer “ılımlı” çeteler ve AKP nezdinde Türk devleti ile toplantı halindeydi ve yine aynı esnada Suriye’nin İştebrak kasabasında Alevi katliamı yapmakla meşgullerdi)

Bu görüntü sayesinde hem Suriye rejimine karşı yürütülen savaş hakkında pek çok şüphe taşıyan batı kamuoyuna bir mesaj gönderilmiş oluyor, hem de daha önemlisi, bir süredir kendisine devlet süsü vermiş olan, iktidar kodlarını sonuna kadar kullanan ve yerel halk üzerindeki tek otorite pozisyonunu pekiştirmeye çalışan IŞİD’e esaslı bir darbe indirilmiş oluyor. IŞİD’in yüzlerce kafa keserek ve bunu medyada pornografik bir gösteri havasına dönüştürerek itinayla  yarattığı semboller dünyası bu şekilde ters yüz edildiğinde IŞİD yeniden cezalandırıcı ve “avcı” (muktedir) devlet imajından, cezalandırılan bir ava, basit bir suç örgütü statüsüne geri döndürülmüş oluyor.

80 IŞİD elemanının infaz edilmesinden hemen önceki şu görüntüler de bu “değişimi” ve esaslı darbeyi pekiştirme amaçlı olarak internete salınıyor. (Video daha sonra Youtube’dan kaldırıldı. Yeniden bulamadığım için aynı olaya ait başka bir video ekliyorum. Ancak bu video infazın hazırlık aşamasını gösteren asıl video kadar “çarpıcı” değil.)

 

Videodaki korku içindeki IŞİD’cilerin roller değişmeden önceki  “cesur” ve muktedir pozisyonlarını hatırlamak kuşkusuz ibret verici.

Aradaki fark av ve avcının ruh halleri arasındaki uçurumu çok net anlatıyor değil mi? İşte iktidarın o kaygan ve her an tersine dönmeye meyyal, yapışkan içeriği budur… Gücü elinde tutarken tavana vuran özgüven, roller tersine döndüğünde birden derin bir korkuya döner ve direnişçiliğin d’sinden eser olmayan bulaşıcı bir (safi) teslimiyete dönüşür.

Artık IŞİD isimli cinayet şebekesinin inisiyatifi ele almış ortalığa dehşet saçan hallerini gördükçe hissettiğimiz salt tiksinti ve nefret duygusundan bir parça sıyrılıp bizzat bu şebekenin varlığından çıkarabileceğimiz dersler hakkında düşünmeye başlamanın vakti gelmiş olsa gerek. Anarşistlerin mevcut iktidarlar karşısında gerçek bir tehdit oluşturmadığı bugünlerde IŞİD’den alınabilecek pek çok ders olacaktır. Mevcut devlet otoritesinin fiilen ortadan kalktığı bölgelerde karşı karşıya kalabileceğimiz IŞİD türevi tehditler nasıl savuşturulacaktır? Ortaya çıkacak yeni siyasi, toplumsal ve bunlardan hiç de daha az önemli olmayan askeri dengeler anarşistler tarafından nasıl ele alınacaktır? Toplumsal ilişkilerin otoriter olmayan biçimlerde yeniden örgütlenmesi sırasında düşebileceğimiz tuzaklar nelerdir? Tepeden tırnağa silahlı ve olağanüstü teknolojilerle donanmış olan sistem güçlerinin yaratmayı arzuladığımız özgürlük alanlarına yönelecek olan birleşik saldırısı nasıl savuşturulacak? Ve elbette hem “dış” hem “iç” tehditleri temsil eden bu iki barbarlık biçiminin bizi paranoyak bir iktidar illetine düçar etmesinden sakınmayı nasıl başaracağız?

Bu gibi sorular dünyanın şu veya bu köşesindeki anarşist hareketler için ne yazık ki şimdilik gerçekçi görünmüyor. Fakat sistemin haylaz çocukları olmaktan öte, verili dikey dünyayı paramparça edip yeni bir dünya kurmayı arzuluyorsak, denizin giderek tükenmekte olduğu gerçeğine artık uyanmak zorunda olduğumuzu hatırlamamız gerekiyor. Hal böyleyken Zapatistanın ve Rojava’nın anarşistlerin büyük çoğunluğu için salt romantik birer ada ya da ajitasyon malzemesi olmaktan öte önemli birer deneyim kaynağı haline getirilememiş olması üstüne düşünmek de gerekmez mi? Yukarıda sınırlı ölçüde tartışılmaya çalışılan semboller savaşında basit bir seyirci, algı mühendisliğinin basit bir nesnesi olmaktan sıkıldığımız vakit karar vermemiz gereken ilk şey, verili dünyayı gerçekten değiştirmek isteyip istemediğimiz olacaktır.

Ve sonrası şu veya bu haksızlığı protesto ediyor ya da etmiyor olmamızın, et yeme – yememe tartışmalarımızın, basın açıklamalarımızın, kendi pozisyonumuz üzerine yaptığımız bitmek bilmez tartışmaların, sisteme katılımı engellenen handikaplı grupların, azınlıkların, bastırılmış – dışlanmış kimliklerin sisteme katılımı önündeki engelleri kaldırmaya yönelen kimlik siyasetleri hakkındaki derin mi derin teorik atışmaların… Kısacası bugün yapmakta olduğumuz ve elbette anlamsız olduğu söylenemeyecek ama verili dikey dünyayı boydan boya yıkma hedefinin yakınına bile yaklaşmayan bütün o uğraşıların ötesine geçmeyi arzulayıp arzulamadığımıza artık karar vermek gerekmiyor mu?

Tam da her şey giderek çözülürken, verili toplumsallık biçimleri çürüyüp – dağılırken, köktendinci ya da ırkçı leş yiyiciler Ukrayna’dan Suriye’ye, Avrupa metropollerinden bir zamandır en civcivli, en canlı göründüğümüz semtlere (kapımızın önüne) kadar uzanıp, çürümüş olan her şeye çöreklenip hızla semirirken biz mevcut pozisyonumuzu daha ne kadar muhafaza edebileceğimizi zannediyoruz?

Hem (bir anda gürültüyle çökecek olan değil) çürüyüp çözüldükçe nefes aldığımız atmosferi zamana yayılmış biçimde zehirleyen sistemin kendinden geçmiş korkunç leşine, hem de bu leşten beslenen, gözümüzün önünde semirdikçe semiren bu leş yiyici vahşet şebekelerine karşı (kelimenin gerçek anlamıyla) amansız bir savaşa hazır mıyız? Son iki yüzyılda toplumsal hareketlerin, devrimlerin peş peşe patladığı günlerde “Ne Yapmalı”, “Nasıl Yapmalı” pek çok kez tartışıldı elbet. Pekii en azından son 70 yıldır her şeyi değişirken, Ukrayna ve İspanya yenilgilerinin ardından anarşistler artık oyunun daha içine çekilmiş ve sosyal savaşın gerçek anlamda dışına itilmişken bu “ne yapmalı”, “nasıl yapmalı” sorularından öte başka bir soruyu belki de en öne almamız gerekmiyor mu?

Bir süredir ekranlarımızda belirip midemizi bulandıran bu cehennem kapımıza gelmek üzereyken biz hayatı savunmaya nereden başlamalıyız?

Bir Cevap Yazın