Sisi’nin Hikâyesi

Bana Dostunu Söyle

Hayat ne garip; darbeler filan… Mısır’daki askeri faşist darbeden sonra olanca mağduriyetiyle hakkı ve hakikati haykırmaya başlayan Başbakan Erdoğan, 18 Temmuz günü Ak Parti Dışilişkiler Başkanlığı’nın düzenlediği iftar programında konuşmaktadır: “Türkiye’de bir kişi, iki kişi, üç kişi, dört kişi polise şiddet uygularken ölüyor, tweet’ler, facebook’larla, dünyanın altını üstüne getiriyorlar ama öbür tarafta şu ana kadar Mısır’da 300 kişi ölüyor, bunların 53 tanesi namaz kılarken ibadet esnasında kurşunlanarak öldürülüyor, dünya sessiz. Niye konuşmuyorsunuz? Hadi bunun karşısında da konuşun. İkircikli olmanın anlamı yok” diyerek haykırışı ile isyanını dile getirmektedir.  “Polise saldırırken” ölen bu kişilerin adları Abdullah, Ethem, Mehmet ve Ali İsmail’dir… Mısır’daki darbeyi yapan Abdülfettah El-Sisi’yle birlikte Dolmabahçe’de sırıtarak mutlu mesut poz veren de bu dört kişidir zaten. Milletçe bilir – tanırız biz onları…

Ama konumuz “polise saldırırken” ölen bu dört kişi değil. Başbakan Erdoğan darbenin hemen arkasından giderek yükselen tonda bir sesle hakkı hakikati ararken tek tek ders verir dünya ülkelerine. “Darbenin arkasında İsrail var” der mesela. Görüntüler ellerindedir. (Sahi bir de camide içki içen çapulcuların görüntüleri vardı ellerinde ve 14 Haziran Cuma günü basına verilecekti onlar. Hala bekliyoruz.) “ABD darbeye darbe diyemiyor” der… “Avrupa Birliği sessiz” der… Hakkı hakikati aramak güzel şey elbette ancak Sisi’nin ABD karşısında hayal kırıklığı yaşadığı mesajları verdiği de başka bir hakikattir. Ya da AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton’ın, tüm AB üyesi devletler adına; “Mısır’daki darbe gayrımeşrudur” açıklamasını yapmış olması… Yine AB’nin Mısır’a güvenlik konusunda yapılan yardımları, silah satışlarını ve Mısır ordusuna verilmekte olan askeri eğitimleri durdurma kararı almış olması da bambaşka bir hakikattir. Sivil topluma ve ihtiyaç sahiplerine doğrudan yapılanlar dışındaki tüm ekonomik yardımların da durdurulması gündeme alınmışken Türkiye Cumhuriyeti’nin darbeden hemen önce Mısır’a ayırdığı 2 milyar dolarlık kredi ile ilgili anlaşmanın yürürlükte tutuluyor olması, Türkiye tarafından Mısır ordusuna verilecek olan 250 milyon dolarlık “güvenlik kredisi”nin filan da askıya alınmamış olması ilginç değil midir?

Hal böyleyken, başka bazı hakikatlerin niçin dillendirilmediğini de merak ediyor insan. Mesela Avrupa Birliği’ni darbeye karşı tavrından dolayı yerden yere vuran Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın adını niçin bir kez bile ağzına almıyor Sayın Başbakan?  Mısır’daki şiddetin kabul edilemez olduğunu söyleyen Fransız Cumhurbaşkanı’na; “Tehditle hiçbir yere varılamaz” diye tepki gösteren Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Suud el-Faysal’a çekebileceği bir ayar yok mudur yoksa malum Dünya Liderinin? Darbeye darbe demek bir yana, bizzat darbeyi hararetle destekleyen, taş gibi arkasında duran Suudi Arabistan, Katar, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri ve dahası Filistin Yönetimi’ne söyleyebilecek tek kelime lafı yok mudur acaba Mısır’daki darbeyi bile neredeyse Gezi Parkı eylemcilerinin üzerine yıkacak olan Erdoğan’ın? Yoksa koskoca başbakan, darbenin arkasında “aslanlar” gibi duran El Ezher Üniversitesini ve Selefi grupları da mı “Gezici” zannetmektedir?

Ya da sorumuzu düzelterek şöyle soralım: Suriye’de iki yıldır pişirilmekte olan savaş çorbasının tuzunu el birliği ile koyduğumuz ülkelerin hangileri olduğunu hatırlayabiliyor musunuz? Suudi Arabistan, Katar, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin sponsorluğunda ÖSO birliklerini eğitip silahlandıran ülke hangisiydi ve onun başbakanı kimdi acaba?

Hayat ne garip; ittifaklar filan…

tayyip sisi
“A person is likely to follow the faith of his friend, so look whom you befriend.” “Kişi arkadaşının dinindendir ve onunla haşrolacaktır.”

Sisi’nin Hikâyesi

Dünya Lideri Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan 23 Ağustos günü Ülke TV’deki Mısır Özel programında konuşuyor; “Mısır’a bakıyorsunuz. Sisi ile ilgili söylenenleri duydunuz. Ailesi şöyledir, böyledir… Kendisi şöyledir böyledir filan… Biz de doğrusu kendisi ile iki kez; işte bir burada bir de Mısır’da görüşmemiz olmuştu. E baktığımızda bize hayranlığını söyleyen filan birisiydi…” Bu sözlerden bir saat sonra Başbakan’ın o babacan hislerle nasıl gözyaşı döktüğüne şahit olacağız. Hisleneceğiz, üzüleceğiz filan… Fakat Faşist darbeci General Sisi’nin, yani o katliamcının, o acımasız diktatörün Erdoğan’a olan hayranlığı hakkında pek kafa yormayacağız… Sağlık olsun yormayalım.

O halde biraz geriye gidelim ve 9 Mayıs günü Dolmabahçe’de yapılan 40 dakikalık görüşmeyi hatırlayalım. Sadece 2 ay sonra darbe yapacak olan Sisi gelir,  Dolmabahçe’de Başbakan Erdoğan ve Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz’la görüşür. Samimi bir havada yapılan dostane bir görüşme olur bu. 40 dakika sonra Sisi Dolmabahçe’deki Başbakanlık Çalışma Ofisi’nden ayrılırken cebinde Türk Eximbank’tan Sisi şahsında Mısır Silahlı Kuvvetleri’ne verilecek olan 250 milyon dolarlık kredinin anlaşması vardır. Herkes mutludur. Sisi rahattır. Darbe güzelce fonlanmıştır artık… Başbakan’ın Türkiye’ye gelen bütün Genelkurmay Başkanları’nı kabul edip etmediğini, özel olarak görüşüp görüşmediğini de merak etmeyiz. Sisi o günlerde en nihayetinde dost ve müttefik Mısır’ın Genelkurmay Başkanı’dır. Görüşülmesi normaldir… Ve iki ay sonra darbe yapacağını Türkiye Hükümeti’nin bilmemesi de normaldir elbette. Ve biz bu derin güven duygusuyla, Başbakan’ın darbeye darbe deme basireti ile gurur duyup, kameralar önünde nasıl gözyaşı döktüğünü hayranlıkla izlerken o Mısır ordusuna verilen 250 milyon dolarlık kredinin niçin iptal edilmediğini, darbeye karşı niçin böyle bir tavır gösterilmediğini de merak etmeyiz… Ne diyorduk; sağlık olsun…

Biraz daha geriye saralım o halde… 17 Kasım 2012… Başbakan Recep Tayyip Erdoğan iki günlük bir ziyaret için Mısır’dadır. Müslüman Kardeşler artık iktidardadır. “Tarihin akışı yeniden kendi yatağına oturmuştur,” Mısır’da “Kasım 2002’de Türkiye’de esen rüzgârların kokusu”  çalınmıştır Tayyip Erdoğan’ın burnuna. Herkes mutludur. Bu ziyaret sırasında Eximbank üzerinden Mısır’a aktarılacak olan 2 milyar dolarlık bir kredi anlaşması da imzalanır iki ülke arasında. Bir de yeni mi yeni, iman dolu bir Genelkurmay Başkanı vardır ki Mısır’ın kendisi mümin, eşi de başörtülüdür… Bazı medya kuruluşlarımız “keşke bizde de olsa bundan bi tane” havasında yorumlar da koyvermişlerdir kendisi göreve atandığında… Ve Dünya lideri Erdoğan durur mu? Mısır ziyareti sırasında, o iman dolu, tazecik Genelkurmay Başkanı’nı da tebrik için görüşüverir onunla da… Ve yine biz merak etmeyiz böyle bir görüşmenin olağan olup olmadığını. Yurtdışından Türkiye’ye gelen Başbakanlar da Türkiyeli Genelkurmay Başkanları ile görüşmekteler midir acaba? Yoksa bunun için başka yakınlıklar falan mı gerekmektedir?

Biraz daha geriye evet… Ve fotoğrafın eksik parçaları serilsin önümüzde…

Muhammed Mursi’nin 13 milyon oyla Devlet Başkanlığı’na seçildiği günlerde Abdülfettah El-Sisi, Askeri İstihbarat ve Keşif Şefi’dir. Mısır Silahlı Kuvvetler Konseyi’nin en genç, en kıdemsiz, en tecrübesiz üyesidir ama mümindir işte ve Muhammed Mursi görevi devralıp koltuğuna yerleştikten sonra ilk iş olarak Orgeneral Abdülfettah El-Sisi’yi 30 Haziran 2012’de Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi’ne atamıştır. Fakat Sisi o kadar takdire değerdir ki Mursi’nin gözünde; aradan iki ay bile geçmeden 12 Ağustos 2012’de kendisini Genelkurmay Başkanı olarak bulacaktır.

Oysa General Sisi’nin Genelkurmay Başkanı yapılabilmesi için bizzat Mursi’nin emriyle emekli edilen Orgeneral Tantavi, devrim sonrasında iktidarı Hüsnü Mübarek’ten devralan ve ülkeyi seçimlere götürerek koltuğunu Muhammed Mursi’ye devreden kişidir… Mısır’ın beşinci Cumhurbaşkanı’dır… 13 Eylül 2011’de de Arap Baharı turu için Mısır’ı ziyaret eden Erdoğan’la görüşen yine Tantavi’dir. Hani Erdoğan’ı karşılamak için coşkulu insanların seferber olduğu ve Erdoğan’ın Mısır halkına seslenerek laikliği tavsiye ettiği o meşhur ziyarette… Hani ziyaret sonrası Müslüman Kardeşler sözcüsü Mahmud Guzlan’ın; “Başka ülkelerdeki deneyimler, Mısır’a kopyalanamaz. Türkiye’de laik bir devletin kurulmasına neden olan koşullar, Mısır’daki koşullardan farklıdır”  diyerek Erdoğan’ı Mısır’ın içişlerine karışmakla suçladığı o ziyarette Tayyip Erdoğan’a demokrasiye bağlı kalınacağı garantisini veren laik Tantavi…

Hikâyenin sonrası hızla gelişir ve iktidarı Mübarek’ten devralıp ülkeyi seçimlere götüren, halkın yüzde 50’sinin katıldığı seçimlerde geçerli oyların yüzde elli ikisini alan Mursi’ye iktidarı devreden Tantavi bizzat Mursi’nin emriyle emekliye sevk edilip Sisi atanmıştır. Ama yetmez bu Mursi’ye. O kadar sever ki bu çalışma arkadaşını, Genelkurmay Başkanlığına atamakla yetinmeyip kabineye de sokar. Milli Savunma bakanı da Sisi’dir artık… Her ne olursa olur ve 3 Temmuz 2013 günü Mursi’yi devirerek iktidara el koyan Abdülfettah El-Sisi artık darbecidir. Katildir. Amerikancı olmuştur birden bire ve biz elbette yine sormayacağımız onca soruyla baş başa, Başbakanımızın televizyondaki gözyaşlarına odaklanırız. Bir başbakan değil, bir baba olarak ağlar o… Ve her ağzını açışında Abdülfettah El-Sisi’yi o etkili makamlara Gezi’ciler getirmiş gibi… Mehmet Ali Alabora getirmiş gibi… Çarşı getirmiş gibi heyheylenir…

Sağlık olsun…

tayhüsnü
tantavi - teyyip

 

 

 

 

 

 

 

 

Laikçiler vs. Şeriatçılar

Geçenlerde adı lazım olmayan bir sosyal medya kanalında özelden düşen bir mesajda; “biz gezicilerin laikçi darbeciler olduğumuzu ve sırf Müslümanlara duyduğumuz nefretten kaynaklı olarak bizim gibi laikçi olan İsrail uşağı Sisi’yi desteklediğimizi, katliamlara sessiz kalacak kadar insanlıktan çıktığımızı” okuduktan sonra titreyip kendime gelme ihtiyacı hissettim. Evet insanlıktan çıkmış, diktatörlük aşığı laikçi darbecilerdik biz. “Esed”in, İsrail’in, CNN’in (penguensiz olan) oyuncaklarıydık.  Gezi’yi karıştırıp Taksim esnafının ekmeği ile oynadıktan sonra üşenmeyip Mısır’a kadar gitmiş ve orada darbe yapmıştık. Sonra Mısır’da şeriatı ve laikliği savunanların kimler olduğunu görüp bu haince tezgâhta nasıl kullanıldığımızı daha iyi kavrayabilmek için Google’a başvurdum ve şu sonuçlara denk geldim.

13 Eylül 2011’de Mısır’da bir televizyon kanalına konuk olan Recep Tayyip Erdoğan:

Türkiye’de anayasa laikliği, devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlar. Laiklik kesinlikle ateizm değildir. Ben Recep Tayyip Erdoğan olarak Müslümanım ama laik değilim. Fakat laik bir ülkenin başbakanıyım. Laik bir rejimde insanların dindar olma ya da olmama özgürlüğü vardır. (…) Ben Mısır’ın da laik bir anayasaya sahip olmasını tavsiye ediyorum. Çünkü laiklik din düşmanlığı değildir. Laiklikten korkmayın. Umarım ki Mısır’da yeni rejim laik olacaktır. Umuyorum ki benim bu açıklamalarımdan sonra Mısır halkının laikliğe bakışı değişecektir.”

Darbeden sonra askıya alınan Mısır Anayasası’nın yerine ikame edilen 33 maddelik geçici Sisi Anayasası’nın ilk maddesi ise şöyle:

Mısır Arap Cumhuriyeti; sistemi demokratik olan, vatandaşlık ilkesine dayanan, devlet dininin İslam, resmi dilin Arapça olduğu bir devlettir ve İslam Şeriatı’nın ilkeleri (genel delilleri, temel ve fıkhi kuralları ile ehl-i sünnet vel cemaat öğretilerinde tanınan kaynakları da dahil), yasamanın ana kaynağıdır.

Evet hayat ne garip; laiklik filan…

İhvan Nedir?

Müslüman Kardeşler 1928 yılında Hasan El-Benna ve 6 arkadaşı tarafından İsmailiye kentinde kuruldu. 1936’ya kadar üye sayısı 800’ü ancak bulan mütevazı bir cemaat hüviyetindeyken, 1936 ‘da Lübnan’da, 1937’de Suriye’de, 1946’da Ürdün’de aynı isimlerle kurulan teşkilatlar sayesinde uluslar arası bir sıfat kazandı.

1938’e gelindiğinde üye sayısı 200 bin, İngiltere’nin yanında Almanya ve Japonya’ya resmen savaş açmış olan Mısır’da İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım atmosferinin de etkisiyle 1948’deki üye sayısı yarım milyonu bulmuştur. Savaş sonrasında hareketin yaygınlığının da getirdiği özgüvenle şiddet olaylarına yönelmiş, bunun üzerine yasal teşkilatlanması yasadışı ilan edilerek yeraltına itilmiştir. Bu gelişme karşısında şiddetin dozajını artıran Müslüman Kardeşler, 1948 yılı Aralık ayında Başbakan En-Nukraşi’ye düzenledikleri suikastten sonra bir dizi darbe almış ve bu suikastten sadece 3 ay sonra düzenlenen bir karşı suikast sonucu Şubat 1949’da liderleri Hasan El-Benna’yı kaybetmişlerdir.

1952’de Monarşinin devrilip Mısır Arap Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte kısa bir süre için yeniden yasal hale gelen örgüt, kurulan yeni devletin laik bir yapıda olmasını kabullenmemiş ve Başbakan Nasır’a yönelik başarısız bir suikast girişiminden dolayı yeniden yasadışı ilan edilmiştir. Nasır’a düzenlenen başarısız suikastın bir diğer sonucu da bu suikasta adı karışan ülkenin ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Necib’in makamından indirilerek yerine Başbakan Nasır’ın getirilmesi oldu. Nasır suikastından sonra yasa dışı ilan edilen ve binlerce üyesi tutuklanıp işkenceden geçirilen Müslüman Kardeşler, uzun yıllar boyunca yeraltında kaldı ve bu süreçte ciddi güç kayıplarına uğradı. Ancak örgüt uluslar arası kolları olan köklü bir yapıdaydı artık…

Müslüman Kardeşler’in yeniden yerüstüne çıkması ABD’nin Ilımlı İslam Projesi ve 11 Eylül süreci ile paralellik arz eder. Türkiye’de kendisini Müslüman Kardeşler ile özdeşleştiren AKP’nin entrikalarla dolu 2001 yılından sonra 2002’de kurulup tek başına iktidara gelmesi elbette bir tesadüf olabilir. Ürdün’de Müslüman Kardeşler’in siyasal partisi olan İslami Çalışma Cephesi’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra en çok üyeye sahip olacak şekilde parlamentoya aynı dönemde girmesi de öyle… Bahreyn’de Müslüman Kardeşler’in partisi el-Minber el-İslami Topluluğu’nun 2002’de 40 üyeli parlamentoda 8 üye ile en çok parlamentere sahip olan parti haline gelmesine de tesadüf diyelim… Çalışmış ve kazanmış adamlar… Peki Irak’ta ABD işgali sonrası kurulan işbirlikçi siyasal yapının en güçlü Sünni partisi olan Irak İslam Partisi’nin yine Müslüman Kardeşlerin uzantısı olması ve bu partinin lideri Tarık el-Haşimi’nin işgal kuvvetleri tarafından Devlet Başkanı Yardımcılığı görevine atanması da mı tesadüf sayılacaktır? Ya da ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra Haşimi’nin de Türkiye’ye kaçarak sığınmak zorunda kalması neyle açıklanacaktır?

Tam bu süreçte Mısır’daki Müslüman Kardeşler 2005’te yeniden yerüstüne çıkmak üzere bir hamle yapar ve seçimlere bağımsız adaylar vasıtasıyla katılır. Bağımsız adaylar oyların yüzde 20’sini toplayarak parlamentoda 88 sandalye kazanır. Müslüman Kardeşler’in bu gelişmelerden sonra tarihinde ilk defa İsrail’i fiili olarak tanıyabileceğine dair işaretler vermesi pek çok kesim için şaşırtıcı olacaktır. Aynı şekilde İsrail’den de bazı ilginç seslerin yükselmesi kaçınılmazdır: “Onlar asla tutucu değillerdir, tarihleri boyunca din öğretilerine sıkı sıkıya bağlı ve bu anlamda çalışan en büyük oluşumdur. Liderler yaygın yolsuzluk olaylarında alınları ak ve sosyal çalışma alanında herkesi kendilerine hayran bırakmıştır” 

Ve sonra gün olur devran döner 2011 yılında Müslüman Kardeşler’i Tahrir Meydanı’nda görürüz. Kasım 2010’da Tunus’ta başlayan ayaklanma, iki ay sonra Zeynel Abidin Bin Ali’nin görevi bırakarak kaçmasıyla sonuçlanmıştır. Ayaklanma Mısır’a doğru yayıldığında Müslüman Kardeşler Tahrir Hareketini başta temkinle karşılasa da hareketin peşine takılması çok uzun sürmez ve Tahrir Meydanı’ndaki yerini alır. Ve Hüsnü Mübarek ordunun da zorlamasıyla görevini bırakırken bölgede yeni bir sayfa açılmıştır artık. 2012 yılına gelindiğinde Müslüman Kardeşler (ABD’nin çekilmesi nedeniyle mevcut pozisyonunda tutunamayarak) Irak’taki iktidar ortaklığını kaybetmiş olsa da Mısır, Tunus ve Fas’ta iktidarı elde etmiş olur…

Ve sonrası hepimizin bildiği, devam eden bir hikâye… Ve akılda kalan tek bir soru: Patron Obama, Ilımlı İslam Projesi’ni rafa mı kaldırdı yoksa?    

Erdinç Yücel – yeniHarman Eylül 2013 sayısından

 

eylül 2013

Bir Cevap Yazın