Anarşistten anarşiste bir seçim mektubu

Lafı gezdirip dolaştırabileceğimiz bir yer kalmadı. 2023 seçimlerinin tartışmasız mağlubu biziz. Evet biz… Anarşistler! Kulağa ironi gibi geliyor olabilir ama ironi yok, mecaz yok, ona buna inceden laf sokuşturma yok. En düz haliyle tekrarlamak gerek: Dahil olmadığımız seçim yarışının kaybedeni biziz.  

15 Mayıs Pazartesi günü 20 yaşında genç bir kadın, Marmaray’ın Yenikapı istasyonunda kendini trenin önüne bırakarak intihar etti. Son mektubu “yoruldum” diye başlıyordu. Bazı benzetmeler çirkin olur. Kulağımıza çarpar çarpmaz bizi rahatsız ederler. Tadımız kaçar. Fakat hayatta çirkin gerçekler vardır. Onlarla yüzleşmeden verili gerçekliği değiştirmenin bir imkanı olmaz. Bunları kavramadan neden sonuç ilişkilerini yerli yerine oturtamayız. İşe nereden başlayacağımızı bilemeyiz. Bir zincir halinde süregiden yanlışları düzeltemeyiz. Düştüğümüz yerden yeniden doğrulamayız ve bu da nihayetinde kayıplarımızın telafisini tamamen imkansız hale getirir. Gelinen noktada önümüzde duran tam gerçek şu: Türkiye’de anarşist hareket kısa ömrüne hiçbir gerçek başarısızlık sığdıramadan kendini imha etti. 

Duygular Şelale

Gelinen noktada hissiyatım odur ki her şeyi baştan anlatmak zorunda olduğumuz bir devrin içinden geçiyoruz. Anarşizmin 150 yıllık bütün düşünsel kazanımları bir grup dil taklacısının elinde berhava edildi. Kavramlar, kurumlar, mekanizmalar üzerine yapılan bütün tartışmalar, ortaya konan bütün çıkarımlar boşa çıkarıldı. 

Rejimin yenikonuşu vasıtasıyla nisyana terk ettiği kalabalıklara anarşistler de katıldılar. Bunu Türkiye’deki geleneksel radikal muhalefet tekeli konumundaki marksistler için de rahatça söyleyebilecek durumdayım. Aklın terk olunduğu yerde coşkun duygularımızdan kavranmış sürükleniyoruz. 

Duygular şelale olmuşken sorular sormaya ihtiyaç duymayız. Ya da şöyle düzelteyim; korkularla, kaygılarla, coşkularla dolmuş bir zihin yalnızca kendi cevaplarına uygun sorular sormaya meyyal olur. Bu seçim döneminde de salt kendine yapıştırdığı “anarşist” kimliği ile uyumlu kalabilmek adına şu soruyu sorabilenler oldu: “anarşistler oy kullanır mı?”

Konuyu buradan tartışmaya girişirseniz verilebilecek tek cevap vardır: Neden olmasın ki? Anarşistler patronlar için üç kuruş maaşa talim ederler mi? Neden olmasın ki? Çalışmayıp ne yapacaklar. Taş mı yesin anarşistler? Anarşistler askere gider mi? Neden olmasın ki? Anarşistler evlenir mi? Anarşistler okula giderler mi?

Burada karikatürize edilmiş, herhangi bir derinliği olmayan sorularla meselenin özünden tamamen uzaklaşılır. Benzeri sorularda sayısız kaçış noktası vardır. Bunlara tamamen keyfinize göre cevaplar iliştirip kendi pozisyonunuzu herkese onaylatabilirsiniz. 

Anarşistlerin herhangi bir konuda “ne düşünmek zorunda oldukları” gibi bir tartışma yoktur. Kavramlar, olaylar, olgular, süreçler, yapılar yerli yerine oturtulmadan alınacak siyasi tutumların beş paralık bir değeri olmaması gibi…

Seçimlerin İşlevi Üzerine

Seçimler üzerine ideolojik, politik, sosyolojik, felsefi ve teknik değerlendirmeler yapmak mümkündür. Bir takım anarşistin seçimler öncesinde yaptığı “taktik” tartışmalar bütünüyle “teknik” değerlendirmelerdi. İktidardaki çete devrilecek, toplumsal muhalefet kendisine nefes alabilecek bir alan açacak ve oradan yeni mücadelelerin önünü açma olanakları doğacak. 

O halde bizim burada yapacağımız muhasebenin ilk ayağını da seçimlerin “teknik” değerlendirmesi oluşturmak durumunda. Tabii teknik değerlendirmeyi politik, sosyolojik ya da felsefi değerlendirmeden ayırmak mümkün ise… Burada konuyu incelerken anarşizmin ilkelerine hiç değinmeyeceğim bile.

Seçimler, bireylerin ve toplulukların yönetime katılımının araçları değillerdir. Verili siyasal yapılanmalara meşruiyet üretmenin araçlarıdır. Sistem, seçimler aracılığıyla toplumdan rıza devşirir. Muktedirler, kendi meşruiyet alanlarını güçlendirmek için talep yaratırlar, dalga yaratırlar, belirli ruh halleri yaratırlar. Bu açıdan demokrasiler ile diktatörlükler arasında da pek bir fark yoktur. Demokrasilerde kuvvetler ayrılığı yoluyla güç dağıtılmıştır. Seçimler yöneticileri değiştirmenin bir aracı olurlar ancak sistemin kendisini değiştirmenin değil. Diktatörlüklerde ise yöneticileri değiştirmenin yolu da seçimler olmaz. Sistem içi güçler arasındaki rakip unsurlar açısından diktatörlüklerle demokrasiler arasında elbette fark olacaktır. Burada yapacağımız teknik değerlendirme bu nedenle yalnızca bir takım anarşistin “taktik” yanılgılarını değil, CHP başta olmak üzere sistem içi sözde muhalefetin stratejik yanılgılarını da eşelemek durumunda. 

O zaman burada kendi kendimize sormamız gereken ilk soru şu olmalıdır: AKP’yi seçimler yoluyla iktidardan yoksun bırakmak mümkün müdür? Diktatörlükler seçimler yoluyla devrilebilirler mi?

AKP Nasıl MUKTEDİR Oldu?

İktidar: Arapça ḳdr kökünden gelen iḳtidār إقتدار  “kudretli olma, gücü yeter olma” sözcüğünden alıntıdır. (Ayrıca bakınız kadir, kudret, muktedir)

Burada tüm toplumsal – siyasal gruplaşmaların kendi kendilerine sormaktan ısrarla kaçındığı bir soru daha gündeme gelmelidir. AKP, iktidara nasıl sahip oldu? Yani AKP meclisteki sandalyelerin yüzde 66’sını kazandığı 2002 seçimlerinde mi muktedir oldu? 79 yıllık askeri – yarı askeri iktidar odağı seçim sonuçlarını görünce “demokrasiye yaraşır” şekilde iktidarını akp’ye devretmeye mi karar verdi? 

Sırayla gidelim. AKP 2002 yılında büyük bir ekonomik yıkımın ardından seçimleri kazandı. İlk döneminde sermaye grupları arasındaki çelişkilerden de faydalanarak Türkiye’deki bir takım büyük sermaye gruplarını tasfiye etti. Bunların güdümündeki medya organlarına el koydu. İkinci adım olarak yerleşik bürokrasiyi tırpanladı. Atılan her adım bir sonraki adımla anlamlanabildi. AKP’nin iktidarı ele geçirme sürecini dikkatle takip edersek iktidarın doğasını da incelemiş oluruz. AKP öncesinde seçimler yoluyla başa gelen partilerin oyun alanı icracı bakanlıkların bürokrasisini ele geçirmekle sınırlıydı. Yargı ve ordu bunların dokunamayacakları iki ayrı alandı. Arada MİT gibi, dışişleri bürokrasisi gibi nispeten gri alanlar vardı. AKP’nin iktidarı ele geçirme süreci her adımda sistem içinde köşeleri tutmuş olan ana aktörlerin kendi aralarındaki çelişkilerden yararlanarak ilerledi. Seçimler ve referandumlar onun toplumsal meşruiyet alanını genişletmeye yarıyordu. Mali operasyonlar, polisiye operasyonlar, cinayetler, yargı şovları, gizli pazarlıklar, kasetler, şantajlar… Bu arada her adımda kurulan geçici koalisyonlar vardı. ABD, AB, Rusya başta olmak üzere uluslararası aktörlerle kurulup kurulup bozulan ortaklıklar… Bugünlere böyle geldik. 

AKP gelinen noktada diğerleri gibi bir siyasi parti değildir. Devlet partisidir. Buna en basit haliyle parti – devlet diktatörlüğü diyoruz. Devletleşmiş bir parti yapılanması iktidarı seçimler yoluyla devretmez. Nazi Almanyası, faşist İtalya, Baas, eski Doğu Bloku ülkeleri, Çin, Kuzey Kore, Küba hep parti – devlet yapılanması örnekleridir. Tek istisna CHP gibi görünür ancak o da ikinci dünya savaşı sonrası şekillenen yeni dünyada yerini alabilme mecburiyeti ile ilgilidir.

Gelecekte şimdiki sözde muhalefetin seçimleri kazanabilmesi halinde bile karşımızda devletin tüm hücrelerine nüfuz eden bir AKP vesayetini bulacağız. Ordu, yargı, polis, bürokrasi bütünüyle parti – devlet aygıtının bir aparatı durumunda. Dünyanın hiçbir yerinde iktidar (devletin çelik çekirdeği, erk sahipleri, muktedirler, kudretli olanlar) seçimle değişmezler. Eski devlet aygıtının zor yoluyla yıkılması ya da bütünüyle ele geçirilmesi gerekir ki AKP ancak Ergenekon ve Balyoz gibi polis – yargı – medya operasyonlarından sonra 2010’dan itibaren adım adım iktidar olmayı başarabilmiştir. Burada seçimlerin tek işlevi onun toplumsal meşruiyet alanını genişletmek olmuştur. 

Yani bir diktatörlükten değil, kısmi de olsa bir demokrasiden söz ediyor olsaydık anarşistlerin sistem içi partiler arasında taraf olmasını gerektirecek bir durum tartışılamazdı bile. Zaten bunu teorize edebilecek ölçüde sağduyusunu yitirmiş kişi ve gruplara “anarşist” demeye devam edemezdik. Yok, devletleşmiş bir parti diktatörlüğünden söz ediyorsak onunla mücadelenin yolu seçimler değildir. Zira böyle bir yapılanma seçimler yoluyla değiştirilemez. Bunu daha ne kadar sınamak niyetindesiniz?

Mevcut duruma yeniden çok kabaca göz atalım. Türkiye Cumhuriyeti anayasasına göre bir kişi en fazla iki dönem cumhurbaşkanlığı yapabilir. Diktatörün anayasanın üzerinden atlayarak üçüncü döneminde de başta kalabilmesi ve aynı zamanda ortaya bir meşruiyet krizi çıkmaması nasıl mümkün olabilirdi? Bakanların, bakan kimliği ile ve bakanlık olanaklarını kullanarak milletvekili seçimlerine girmesinde de aynı şey geçerli. 

Sözde muhalefetin buradaki işlevini anlayabilmek için Einstein olmaya gerek yok. İktidardaki parti – devlet yapılanması devletin bütün gücü ve olanaklarını kullanarak seçim faaliyeti yürütüyor. Bu arada onun üzerinde herhangi bir denetim aygıtı yok, anayasanın ve yasaların bunlar üzerinde bağlayıcı herhangi bir hükmü yok. Yargı bunların kontrolünde, YSK bunların kontrolünde. Muhalefet ise vatandaşa her seçimde aynı masalları okuyor. “kazanıyoruz arkadaşlar, sandık güvenliğini sağlamak için tüm önlemleri aldık. bu seçim son seçim, bizi desteklemek zorundasınız.” Oyunu kuranlar kuralları da koyuyor. Bu kurallar henüz oyun oynanırken değişebiliyor ve sadece seni bağlıyor. Rakip, kendi koyduğu kurallardan tamamen azade. Burada rasyonel olan tavır ısrarla bu oyuna dahil olmak mıdır? Yoksa oyuna katılmayı reddetmek midir? 

Anarşistleri, Marksistleri ya da Kürt hareketini bir yana koyalım, mevcut durumda ana akım muhalefet için dahi tek doğru taktik tutum seçimlerin boykot edilmesiydi. Rejimin yüzde 90’lık bir “seçim” galibiyeti ona meşruiyet alanı açmaz ancak yüzde 50,0001’lik bir galibiyet durumunda dahi rejimin meşruiyeti tartışılamaz hale gelir. Burjuva siyasetinin ABECE’si budur. Bu her zaman böyledir. Her yerde böyledir. 

Kısacası mevcut durumda bırakınız anarşistleri ya da marksistleri, sistem içi muhalefet açısından dahi bu seçimlere katılım sağlamak savunulabilecek bir tutum değildi. Rejim bu “seçim galibiyeti” sayesinde kendisine geniş bir meşruiyet alanı açtı. Erdoğan rejiminden memnun olmayan Macron gibi uluslararası aktörlerin henüz resmi sonuçlar bile açıklanmadan önce tebrik kuyruğuna girmeleri buna örnektir.

Rejim seçimler aracılığıyla bir yandan meşruiyet alanını genişletirken diğer yandan moral üstünlüğünü perçinledi. Toplumsal muhalefetin bileşenlerini hayal kırıklığına, yorgunluğa, ruhsal açıdan çöküşe sürükledi. 

Burada seçimlerin bir diğer işlevine geliyoruz. Seçimler çaresizliğin örgütlenmesidir. Çareyi ne idüğü belirsiz bir takım siyaset taklacısında aramaya başlayan bireyler ve topluluklar, siyasetle bütün ilişkilerini bir takım temsilcileri desteklemek ve desteklememekle sınırlamış olurlar.

Bunun sonucu “toplumsal muhalefet”in tüm yollarının tıkanmasıdır. Toplumun siyasetle ilişkisi bir bütün olarak beş yılda bir sandığa gitmekle sınırlanır. 

Bu da toplumsal muhalefete her seçimde yeni bir beş yıl kaybettirir. Tutarlı, istikrarlı, sabırlı bir muhalefet hareketi 21 senede dünyadaki herhangi bir toplumu baştan aşağı değiştirme kabiliyetine sahip olabilirdi. 21 senedir sözde muhalefet figürleri hiç değişmiyorlar. Onların keyifleri yerinde. HDP’liler hariç hiçbiri herhangi bir risk altında değiller. Maaşlarını alıyorlar, yerel yönetimler aracılığıyla rant kapıları ağzına kadar açık. Bunların sistemle bir sorunu yok. Farkında mısınız bilmiyorum: 21 senedir her seçim “kazanıyoruz”, her seçim “son seçim”, her seçim “sandık güvenliğini sağlıyoruz.” Sonra bir bakıyoruz bir takım talihsizlikler olmuş. Meğer seçim güvenliği için yeterince organize olamamışlar ama bir dahaki sefere hazır olacaklarmış. Yani 2018 seçimlerinde CHP’nin seçim güvenliğinden sorumlu olan kişi bugünün AKP’lisi Mehmet Ali Çelebi’ydi ama siz yine de seçimler konusunda şüpheci falan olmayın. Kahrolsun boykotçular.  

Bunu en sefil şekilde teorize etmeye çalışanın yıllardır anarşistleri parlamentarizm çukuruna ısındırmaya çabalayan Gün Zileli olması da sürpriz olmadı. Gün efendi seçimlerden sonra şunları yazabiliyor:

“Sürekli devrim gibi sürekli mücadele de yanlıştır. Verilen her mücadelenin ardından dinlenmek zorunludur. Yüksek atlama sporcusu da performansın sonunda dinlenir. Soluklanalım hele bir. Otokrasiye karşı yeni bir atılım için gerekli bu.”

2014 seçimlerinden itibaren seçimler konusundaki şüpheciliği dahi “tatava” olarak tanımlayıp damgalayan Gün Zileli, daha o günlerde anarşistleri MHP ve BBP’ye oy vermeye çağırabiliyordu. “Taktik”ler sınanabilir, sonuçları görülebilir şeylerdir. 2014’te yaptığı 10 partilik “bas geç” listesindeki partilerden dördü bugün Erdoğan destekçisi ise basbayağı zırvalamış olduğunu söylemeyecek miyiz? Hiçbir anarşist ya da antifaşist hassasiyeti katmadan, en düz haliyle soruyorum.

Son seçimlere dair “değerlendirmesi”ni de şöyle bitiriyor: “Son sözüm de “nazlı” seçmene ve boykotçulara. Anarşistler, köklerindeki “seçim karşıtlığına” rağmen ağırlıklı olarak olumlu tepki vermiş ve “özgürlüğe doğru bir adım için” sandığa gitmekten, hatta sandık görevlisi olmaktan imtina etmemişlerdir. Geri kalanlara fazla sözüm yok. “İlkeleriyle” mücadelenin kenarında rahat uykularına devam etsinler. Bireysel vicdanları rahatsa eğer!”

Seçim “değerlendirmesinin“ geri kalanında da Kılıçdaroğlu’nu aratmayacak şekilde seçim başarısı masalı anlatıyor. 

“Nazlı seçmenler”, “mücadelenin kenarında rahat uykudakiler”… Bu sözleri aklınızda tutun. Çaresizliğin örgütlenmesinin ne demek olduğu hakkında konuşurken ihtiyacımız olacak.

Diktatörlük koşullarında seçimler, “demokratik” anlamda temsiliyet ilişkilerinin dahi askıya alınmasıdır. Bu arada muhayyel bir “muhalif” blok fikri yaratılır. Farklı sınıf ve katmanların ve birbirinden çok farklı siyasal gruplaşmaların bir takım ortak çıkarlara sahip olduğu yalanı yayılır. Tam da bu seçimlerde görüldüğü gibi faşistler, anarşistler, komünistler, liberaller, bir kısım islamcılar, sosyal demokratlar “birleştirilmiş” olur. Kürtlerle Kürt düşmanları aynı aday etrafında “birleştirilebilir” mesela. Faşitlerle kol kola “özgürlüğe doğru bir adım”… Şaka gibi ama değil. Ve bu saçmalığa şüpheyle bakan insanlar damgalanır. 

Kılıçdaroğlu seçimleri kazanacak olursa kayyım uygulamalarının sürdürüleceği protokole bağlanırken seçimlerin bizi diktatörlükten nasıl kurtaracağı bekleniyordu? Mümkün mü? Ama duygularından sürüklenen kitleler bu tartışmaları yapamazlar.

Sözde muhalefet blokunu oluşturan altı partiden ikisi eski AKP elebaşıları, biri eski MHP’liler, biri eski Erbakancılar, bunlara ikinci turda eklemlenenler ise Türk siyasetinin en sağındaki bir başka faşist çete… Burada Gün Zileli sayesinde anarşizmin yeni bir tanımına ulaşıyoruz. Anarşist, 10 Ekim Ankara ve Suruç Katliamlarının baş sorumlulularından Ahmet Davutoğlu’nu cumhurbaşkanı yardımcısı yapabilmek için sandık görevlisi olmaktan imtina etmemektir. “Özgürlüğe doğru bir adım” öyle mi? 

Siyasette, ekonomide, her türlü güç ilişkisinde, toplumsal hayatın bütününde her zaman örgütlü ve donanımlı olan kazanır. AKP bütünüyle örgütlü bir yapı. Bunu da devlet düzeyinde örgütlülüğe doğru tırmandırdı. CHP salt bürokrasiden ibaret. Muhalefetin en büyük “parti”leri CHP ve İYİ Parti’nin nerede hangi seçmeni ile yüzyüze ilişki kurabilme kabiliyeti var? HDP’yi ya da son derece dar bir yapılanması olan TKP’yi, Sol Parti’yi vs bir yana koyarsanız hangi muhalefet partisinin böyle bir yeteneği var? Oysa işin anahtarı budur. Bunları tartışmadan hangi seçim değerlendirmesini yapabilirsiniz?

Siyasetin seçimden seçime hatırlandığı bir atmosferde ana akım siyasetin dahi bir yerden bir yere bir adım dahi ilerleyebilmesi mümkün değildir. En iyi durumda bile toplumsal muhalefet leş gibi bir ekonomizme mahkum edilmiş olur. En basit taleplerle yürütülen politik mücadeleler bile bir süre sonra bozgunculukla yaftalanmaya başlar. Bunun en sık duyduğumuz dışa vurumu “arkadaşlar lütfen tepkimizi sandığa saklayalım” sefilliğidir. Çünkü artık siyasetin tek konusu “karşı taraftan” oy çalabiliyor olmaktır. Muhayyel “endişeli muhafazakar” tipolojisini ürkütmemek adına kendi hayati taleplerinizi bile dile getirmemeniz gerekmektedir. Bütün oyun bu noktadan itibaren iktidar blokunun çizdiği meşruiyet sınırları etrafında oynanacaktır.  Hatırlayalım, “muhalefetin” topyekün olarak etrafında kenetlendiği Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP sözde meşruiyetlerini kaybetmemek adına yıllardır her kritik evrede ikitdarın arkasında hizaya geçmekten çekinmeyen bir siyasal pozisyonun temsilcisidir. HDP’lilerin dokunulmazlıkları kaldırılacak. “El kaldırmazsak bize terörist derler.” HDP’li tüm belediyelere kayyım atanıyor. “Sessiz kalmazsak bize terörist derler.” KHK’lar… Keza… Eski koalisyon ortakları Fethullahçı çete ve AKP kavgaya tutuşmuş. “Yenikapı’ya koşmazsak bize terörist derler.” Örnekleri sayısızca çoğaltabiliriz. “Ya terörist derlerse” zırvalığı adım adım kritik konularda iktidarın arkasında hizalanmayan herkesin bizzat “muhalif” unsurlar, özellikle de gençler tarafından “terörist” ilan edilmesiyle  sonuçlanmaktadır. 

Siyasete katılımını “seçmen” kimliği ile sınırlayan kitlenin halet-i ruhiyesi ve siyaset anlayışı başlı başına bir değerlendirme konusu olmalıdır. Her seçimde karşılaştığımız manzara artık bize bir şeyler anlatabiliyor olmalı. 2014 seçimlerindeki cumhurbaşkanı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu hakkında Ekşi Sözlük’te 2457 entry girilmiş. Bunlardan sadece 22’si Cumhurbaşkanı adayı ilan edilmeden önce yazılmıştı. Aday gösterilene kadar kimsenin tanımadığı birisi bir anda insanların hayatına giriyor. O andan itibaren alkışlar, goygoylar gırla… Ekmel Amca, Ekmel Baba, Ekmel Dede… Dünyanın en tatlı, en birikimli, en nazik amcası. İslamcı olabilir ama sorun değil. Ekmel bizi özgürlüğe koşturacak. Seçimlerden bir gün sonra hepsi unutuluyor ve Ekmeleddin İhsanoğlu’nun nasıl yanlış bir aday olduğu herkes tarafından ifşa edilmeye başlanıyor. “Biliyor musunuz zaten gözümüz hiç tutmamıştı.”

Pekii bu Ekmel’in hikayesi nerede devam ediyor? MHP’den milletvekili oluyor ve 2017 anayasa değişikliği için “evet” oyu kullanıyor. Burada soru basit değil mi: Bir mucize olsa ve Ekmeleddin İhsanoğlu 2014’te seçilse ve Erdoğan rejimi de bu yenilgiyi tanısaydı, Ekmeleddin İhsanoğlu bizi özgürlüğe mi taşıyacaktı?

2018’de Muharrem İnce’nin hikayesi nasıl gelişti? Seçim öncesi aynı goygoylar, seçim sonrası aynı lanetler… 

Pekii 2023’te Kemal Kılıçdaroğlu? Seçim öncesinde Kemal’in gelmesiyle özgürleşebileceğine inanan insanlar, seçim sonrasında Kemal gitmezse özgürleşemeyecekleri duygusuyla feryat ediyorlar. 

Seçimler çaresizliğin örgütlenmesidir derken tam da bunu kastediyorum. 

Son 21 yılın “muhalif” figürlerine bakın. 2007’de orduyu AKP’ye karşı açıkça darbeye davet eden ulusalcı Yiğit Bulut. 2007 Cumhuriyet mitinglerinin örgütçülerinden ulusalcı Yaşar Hacısalihoğlu. Numan Kurtulmuş’a bakın, Süleyman Soylu’ya bakın, Deniz Baykal’ın prensleri Savcı Sayan ve Korkmaz Karaca’ya bakın, Baykal’ın kızı Aslı Baykal’a bakın, Ekmeleddin İhsanoğlu’na bakın, ulusalcı Hulki Cevizoğlu’na bakın, ulusalcı eski subay Levent Gök’e bakın, ulusalcı eski subay ve IŞİD’in silah tedarikçisi Nuri Gökhan Bozkır’a bakın, 2013’te Erdoğan’a “hem katil hem hırsızsın” diye seslenen İBDA’cı Fazıl Duygun’a bakın, Aydınlıkçı artığı ulusalcı Soner Yalçın’a bakın, ulusalcı subay Cihat Yaycı’ya bakın, Troçkist eskisi Cengiz Alğan’a bakın, Devlet Bahçeli’ye bakın, Mustafa Destici’ye bakın, Sinan Oğan’a bakın… Doğu Perinçek’e bakın… Dün herkesten daha yüksek sesle bağıran bu adamların diktatörlüğe yamanmış olmaları bize ne anlatıyor? Dünkü “muhalif” figürlerin durumu bu. Pekii bugünküler? 

Fethullah’ın kalemşörleri bize muhalefet öğretmeye kalkışmıyorlar mı? Ahmet Davutoğlu kim? Ali Babacan kim? İstanbul Sözleşmesinin kaldırılması için yapılan kampanyayı başlatan Saadet Partisi’nin lideri Temel Karamollaoğlu ile mi biz özgürlüğe yürüyeceğiz? Süleyman Soylu’nun kişisel fedailiği ile siyasete adım atan Gültekin Uysal’la mı yürüyeceğiz? Ümit Özdağ’la mı özgürleşeceğiz? Ağar ve Çiller’in İçişleri Bakanı Meral Akşener le mi? Seçimler kaybedilmese yerinden kıpırdamayacak olan Abdüllatif Şener bizi nereye götürebilirdi? 19 Aralık hapishane katliamı öncesinde F Tipi hapishanelerin reklamı için kendini paralayan Tuncay Özkan gibi alçaklarla nasıl yan yana yürüyebliriz? Yine aynı katliamın sembolü olan “Sahte Oruç Kanlı İftar” manşetinin fikir babası Mehmet Y. Yılmaz denen alçak T24’te bize “demokrasi” pazarlarken bunu yemiş gibi yapmaya devam mı edeceğiz? Aynı manşete eşlik eden aşağılık “haberimsi”nin yazarı Tolga Şardan’ı besleyen aynı T24’ten gerçekleri öğrenmeyi mi umacağız?  

https://www.milligazete.com.tr/haber/5919425/istanbul-sozlesmesi-iptal-edilsin-kitapciklari-tbmmde-dagitildi

Bu tabloya iyice bakıp durumu bütün halinde kavramaya çalışın. Bu ülkede anarşistleri diktanın eski İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in, eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in oylarını koruyabilmek için sandık başına dikebildiler. Bunlarla bizim aramızda, kardeşlerimizin kanları var. 

Biz “mücadelenin kenarında rahat uykularına devam etmeleri” öğütlenenler olarak Alper Sapan’ın, Mücahit Erol’un, Serhat Devrim’in, Medali Barutçu’nun, Vatan Budak’ın, Ali Kitapçı’nın, Tayfun Benol’un katilleriyle kol kola girmediğimiz için, bunları desteklemediğimiz için utanmıyoruz ve “bireysel vicdanımızda” da herhangi bir kaşıntı olmuyor. 

Ancak bu yenilgi bizim yenilgimiz. Türkiye’deki siyaset yelpazesi boylu boyunca aşırı sağa yığılmışken, yaratabildiği en değerli şeyi olan anti-faşist geleneklerini bütünüyle unutmuş görünen radikal sol da bu yenilgiyi sahiplenmek ve içinde çırpındığı legalist – parlamentarist bataklıktan sıyrılmak üzere gözünü açmak zorundadır. Bu ülkede ne devrimci sol, ne anarşist hareket, ne de Kürt hareketi faşist diktatörlüğün izniyle, onayıyla ya da hoşgörüsüyle var olmadı. İdamlar, infazlar, kayıplar, katliamlara karşı yürüyerek var oldu. Sokaklarda var oldu. Kendisini ateşin ve barutun içinden var etti. Faşizmi AKP ya da Erdoğan icat etmedi. Faşizm her zaman bu ülkenin bir gerçeğiydi. Bugünün dünden farkı, devletin siyasal eğilimleri ve dikta yapılanması değil, bizim artık avangardı bütünüyle unutmuş olmamız. Yaşanan tasfiye bu yanıyla fiziksel değil, bütünüyle zihinseldir. Yok edilen şey devrimci ruh halleridir, asgari düzeyde dahi olsa tek tek her devrimci bireyin sahip olması gereken strateji bilgisi ve kavrayışıdır. Burada liberalizasyonun somut karşılığı, (hobi olarak) “anarşizmin” pür beyaz ahlaki mastürbasyonlara ve dil polisliğine indirgenmiş olmasıdır. Oysa anarşi bir cennet daveti değildir, anarşistin eli temiz olamaz. Anarşistler kimseyi sahte bir gülüşle steril bir hayata davet etmezler. Ondan bundan kurtuluş beklemezler. Anarşi her şeyden önce kendi hayatının iplerini kendi ellerine alman ve her koşulda kendi eylemlerinin sorumluluğunu üstlenebilmen demektir.  

Burjuvazinin “seküler” tonlarıyla, vasatizmle, “seküler” faşistlerle, “güler yüzlü” islamcılarla, eks AKP’liler ve eks MHP’lilerle, her kritik konuda Erdoğan rejiminin arkasında hizalanan ulusalcılarla birleşe birleşe değil, bütün bunlardan ayrışarak kazanabiliriz. Sistemin içine her seferinde daha fazla sokularak değil, kendimizi sistemden bütünüyle ayrıştırarak nefes alabiliriz. Vergiden, sandıktan, askerlikten, sisteme olan ekonomik bağımlılığımızdan, en çok da içine itildiğimiz çaresizlik hissinden olabildiğince kaçınarak kendimizi yeniden var edebiliriz. Gezi’yi ve Gazi’yi yeniden hatırlayarak düştüğümüz yerden kalkabiliriz. 

İsyan hareketlerinin içinden çıkan doğal örgüt modelleri yenilgi dönemlerinden çıkışın da anahtarını elimize verir. Gezi’nin forumlarını dirilterek ayağa kalkacağız. Diktatörlüğün “kültürel iktidar” yarasını kaşıyarak ayağa kalkacağız. Ekonomik kriz dalga halinde üzerimize çökerken üretim ve tüketim kooperatifleriyle ayağa kalkacağız. Avangardı dirilterek, zamanımızı, enerjimizi, mali kaynaklar dahil her türlü kaynağımızı mümkün olduğunca “içerde” tutacak şekilde birbirimize sarılarak ayağa kalkacağız. Çünkü çözüm burada ve hayatta kalabilmek için bile bunu yapmaktan başka çaremiz yok. Bu yüzden “seçmen” değil anarşistiz. 

Son sözüm de sana müşahit anarşist kardeşim. CHP, TİP her neyse, sen orada gayet mutlu ve huzurlu görünüyorsun. Lütfen orda kal. Çünkü biz de burada sensiz çok iyiyiz. Birleşe birleşe kazanabilir misiniz bilmiyorum ama biz seninle ayrışmadan asla kazanamayacağız. Gelecek seçimlere kadar canın sıkılacak olursa belki şu belgeseli izlemek istersin. Çünkü senin denediğin şeyi daha önce yapanlar ve sonucunu görenler de var tarihte.

Öpüyorum gözlerinden. Sevgiler…

Erdinç Yücel

Bir Cevap Yazın