BİTKİSEL HAYATA DÖNÜŞ

Bazı şeyler o kadar alenidir, o kadar göz önünde gerçekleşmiştir, herkes tarafından o kadar iyi bilinir ama yine herkes tarafından öyle bir görmezden gelinir ki; o şeyler hakkında konuşmak dünyanın en zor işine dönüşüverir. Herkes bilir, herkes görmüştür, herkes elbette biliyordur işin aslını astarını ve o ŞEY hakkında kimsenin söyleyebileceği yeni bir şey yoktur. Kurulacak tüm cümleler tanıdık cümlelerdir. BİLİNDİK cümlelerdir. Aslına bakarsanız kimse gerçekten kulak vermediği için YARIM cümlelerdir. Tamamlanabilmeleri için kulak verecek birilerine ihtiyaç duyan cümlelerdir… Bir hikâyenin bir milyonuncu kez anlatılışı ne kadar sıradan ve sinir bozucuysa o ŞEY’den bahsetmek de evet öyledir… Sıradan ve sinir bozucu hale gelmiştir… Tekrarlar tekrarlar tekrarlar… Ama işte o ŞEY’i herkes görmezden geldiği için, YOK saydığı için, o ŞEY ya da o ŞEY’in herhangi bir izdüşümü kendi başına gelene kadar GIK çıkarmadığı için o ŞEY hakkında birilerinin konuşmaya devam etmesi gerekmektedir. Herkes oflayıp puflamaya başlasa da; anlatılacak yeni bir şey olmasa da; kimse kulak vermese de; yarım kalmaktan kurtulamayacağı bilinse de başa sarıp sarıp anlatmayı deneyecektir birileri…

Söz gelimi diyecektir ki; 19 Aralık’tı… Gecenin dördüydü… Soğuktu… Çokk soğuktu… Kış soğuğu, kar soğuğu, beton soğuğu… Hapishanelerde yüz bilmem kaç kişi ölüm orucundaydı, yüzlercesi açlık grevindeydi… Ölüm Orucundakiler altmış birinci günlerindeydiler… Herkes onlar için çok endişeleniyordu. Herkes onlar için çok ama ÇOK üzülüyordu. Mesela Gülay Göktürk bu kandırılmış çocukların örgütlerden kurtarılıp yapımı tamamlanan F Tiplerine nakilleri için Hikmet Sami Türk Beyefendiye adeta yalvarıyordu. Mesela Emin Çölaşan bu çocukların kendi kafalarıyla düşünüp insan gibi muamele görecekleri “oda”larına kavuşmaları için duacıydı… Mesela Tuncay Özkan bizzat gidip yerinde görmüş ve bütün dünyaya göstermişti pencere önlerindeki çiçekleriyle o beş yıldızlı otel tipi hapishaneleri… Aylar öncesinde “F tipi, adli sorunlar için tek çözüm” diye yazdıysa bir bildiği vardı mutlaka… Mesela Hürriyet ve Yeni Şafak aynı fikirdeydi bu konularda. Mesela Cumhuriyet ve Zaman kol kola girmiş o çocukların kendi kendilerinden kurtarılması için koro halinde bağırıyorlardı… Mesela Cumhuriyet’ten Hikmet Çetinkaya, “DGM’lerin kaldırılması ve TMK’nın 16. maddesinin kaldırılması” talepleri için “yok daha neler” diyordu.

Her neyse işte 19 Aralık’tı… 2000’di… Gecenin dördüydü… Ölüm Orucunun altmış birinci günüydü… Hava çok soğuktu… Ve yirmi hapishanede binlerce asker, polis ve gardiyan o kandırılmış çocukların hayatlarını kurtarmak için tam yirmi bin gaz bombası ve binlerce mermi çekirdeği eşliğinde “teslim ol” çağrıları yapmaya başlamışlardı işte…

20 Aralık olduğunda Bayrampaşa, Ümraniye ve Çanakkale dışındaki on yedi hapishanede sükûnet sağlanmıştı. Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk bunun bir hayat kurtarma operasyonu olduğunu, ölüm oruçlarının altmış birinci gününün son derece kritik bir safha olmasından dolayı “HAYATA DÖNÜŞ” operasyonunu yapmaya mecbur kaldıklarını anlatıyordu. Gazeteler ve televizyon kanalları bu açıklamayla kamuoyunu bilgilendirme görevlerini eksiksiz yerine getiriyorlardı. İşte bu kandırılmış çocukların yalnızca kandırılmış olmadığını, bütün dünyayı alenen kandırdıklarını da Milliyet manşetten duyuruyordu… Yaşanan ŞEY’in adı; SAHTE ORUÇ KANLI İFTAR’dı. Sözde Ölüm Orucundakiler TURP GİBİ çıkmışlardı…

21 Aralık olduğunda Çanakkale ve Bayrampaşa’dan gelen görüntüler bu işlerin bir sonu olmadığını bütün dünyaya gösteriyordu. Hava soğuktu ve on dokuz hapishaneden F Tiplerine nakledilen o insanların üzerlerinde gaza, kana ve çamura bulanmış paçavralar dışında hiçbir şey olmadığını televizyonlar duyurmuyordu. Sabah ve akşam sayımlarında askeri düzende adları okununca “BURDAYIM” diye bağırmadıkları için falakaya filan yatırıldıkları hiçbir gastede yazılmıyordu. Ölüm orucundakilerin sayısının iki gün önceye göre iki kat arttığı radyolarda anons edilmiyordu.

22 Aralık olduğunda hava hala soğuktu. Çanakkale ve Bayrampaşa’dan sonra Ümraniye’ye de duvarlar iş makineleriyle yıkılarak girilmişti… Üç günde OTUZ tutuklu ve hükümlü hayatını kaybetmişti. Bu otuz kişiden on beş kadarı “Avrupa’dan gelen emirle kendilerini yakmışlar” ve yanarak ölmüşlerdi… “İki Mehmetçik, tutuklu teröristlerin açtığı ateşle şehit olmuşlardı” falan filan…

Efsanevi büyük Türk demokratı, solcusu, şairi, badem gözlüsü Bülent Ecevit, giderayak devletin onurunu korumuş ve on yıldır girilemeyen hapishanelerde devletin şefkat dolu elleriyle zuhur edebilmesini sağlamıştı.

Sene 2000’di… Bayrampaşa ve Ümraniye’de on yıldır ilk defa sayım alınabilmişti. Gerçi Ümraniye Hapishanesi 1995’te açılmıştı ve açılırken “işteeee” demişti medya; “işte cezaevleri sorununu çözecek olan örnek yapı bu.” Cezaevleri sorunu 1996’da bir kez daha Şevket Kazan ve Mehmet Ağar ortaklığıyla çözülmüştü. 1995’ten 2000’e kadar; Buca Ümraniye, Ulucanlar, Burdur, Diyarbakır, Metris hapishanelerine yapılan operasyonlarda toplam 29 kişi öldüğünde de bu tutuklu ve hükümlülere TESLİM OL çağrıları elbette yapılmıştı. 1996’da tutuklu ve hükümlüleri gaz bombaları ve silahlarla hayata döndürmek kimsenin aklına gelmediği için ölen 12 tutuklu ve hükümlü bu sayıya dâhil değildi… İçeride “doğal” ya da “şüpheli” nedenlerle ölen onlarca kişi de… Aman işte her ne olduysa olmuştu ve 2000 yılı 19 Aralık gününe gelindiğinde yukarıda anlattığım olaylar yaşanmak zorunda kalmış ve içerdeki o kandırılmış çocuklar teker teker hayata döndürülmüşlerdi…

Ulusalcısından, İslamcısına, Liberalinden Milliyetçisine tüm medya bangır bangır bağırırken herkes elbette her şeyin farkındaydı… Herkes elbette biliyordu gerçekte nelerin olup bittiğini… Sen biliyordun! Evet evet SEN! Şu an, on bir yıl sonra bu satırları okuyan her kimsen… Bilmesen “ölüm orucu altmış birinci gününde kritik bir aşamaya geldiği için yapmak zorunda kaldık” denen operasyon için tam bir yıldır (bir yıl altmış bir gün sürmez biliyorsun değil mi?) tatbikatlar yapıldığı açıklandığında şaşırman gerekirdi. Büyük bir letafetle, bakanı filan incitmeden “KOSKOCAAA Adalet Bakanı göz göre göre kamuoyunu aldatır mı?” diye sorabilmen gerekirdi… Eğer her şeyi zaten biliyor olmasan; takip eden aylar ve yıllar boyunca tam YÜZ YİRMİ İKİ kişinin öldüğü ölüm oruçları için “Sahte Oruç Kanlı İftar” manşetleri atanların bugün, değil medya mensupluğuna devam etmek, insan içine bile çıkamamaları gerekirdi… Zaten her şeyin farkında olmasan; “içerdeki teröristlerin açtığı ateş sonucu şehit olduğu” söylenen iki askerin jandarma ateşiyle öldüğü ortaya çıktığında ufacık bir şaşkınlık belirtisi göstermen gerekirdi. Yakılarak, kurşunlanarak öldürülen o “kandırılmış gençleri” boş ver gitsin (zaten onlar kimin umurunda) “iki Mehmetçiği şehit eden” kırılası ellerin kime ait olduğunu birilerine sorman gerekirdi… İçerdeki o kandırılmış çocuklara “size ıslak battaniye atıyoruz bunlara sarılıp yangından kurtulun” diye yanıcı maddelere bulanmış battaniyeler verdiğini itiraf eden jandarmalardan bahsettiğim şu anda gözlerinin fal taşı gibi açılması gerekirdi…

Oysa bütün bunları ne zaman duysan şaşırmak filan yerine, oflayıp puflamaya başladığın içindir ki… Ölüm oruçlarında ölen 122 kişinin, sakat kalan 600 kişinin ve hastalık gibi, intihar gibi, kalp krizi geçiren adama ağrı kesici vurulup hücresine geri gönderilmesi gibi “doğal” nedenlerle ölen binlercesinin vebali senin boynundadır… İşte sıra sana geldiğinde… Kapını çaldıklarında… Aylarca, yıllarca ne ile suçlandığından habersiz dört duvar arasında dışarıya sesini duyurmaya çabaladığında… Gördüğün, bildiğin ama yok saydığın o ŞEY senin başına geldiğinde yani… 19 Aralık 2000 gecesi saat dört sıralarında hangi büyük ve önemli işle meşgul olduğunu, kulaklarını niçin kapalı tuttuğunu mutlaka hatırlaman gerekir. Kimsenin sana kulak vermeyişine ahlanıp vahlanırken, sesinin boşlukta nasıl yankılandığını kendinden utanarak hissetmen gerekir… Yarıda kesilmiş her şeye, yarım bıraktırılan hayatına uzaktan el sallarken bütün hikâyenin on bir yıl önce, soğuk, çokk soğuk bir Aralık gecesi başlamış olduğunu ve sen boşlukta yankılanıp duran tüm sesleri ısrarla duymazdan geldiğin için artık seni duyacak kimsenin kalmadığını… Kurduğun cümlelerin tamamlanabilir olmadığını… Soğuk olduğunu… Çokk soğuk olduğunu… Ve herkesin bildiği ama herkesin bilmezden geldiği bu hikâyenin, en başından beri senin hikâyen ol-du-ğu-nu… O gün nerede olursan ol, takvimden kaç yaprak düşmüş olursa olsun… Sen bütün bunları içinde derin bir yara kanayarak anladığında… Bitimsiz bir 19 Aralık 2000 gecesinde olduğumuzu… Saatin hala 4 olduğunu ve Çokk soğuk olduğunu… çok-so-ğuk-ol-du-ğu-nu…

*Yeni Harman Aralık 2011 sayısında yayımlanmıştır.

“BİTKİSEL HAYATA DÖNÜŞ” için 1 yorum

Bir Cevap Yazın