Açlığın Kısa Tarihi

 

ve cehennem
başarılmamış bir savaştır
dünyanın ortasında kullanılmamış bir su
cehennem, insanın kendi ciğeri
at sırtında taşınan ölü
kundağa girmeyen bebe
karanlıklarda açan çiçeklerin
bir insanın ölümüne dönüşü
bir insan ölümü olmaya
çünkü açlık çoğunluktadır.

Turgut Uyar

Süslü cümleler, hayat dersleri, tekerlemeler sizin olsun. Biz biraz gerçekler hakkında konuşalım… Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Sincan Hapishanesine yaptığı ziyarette açlık grevindeki yedi yüz tutsağa seslenerek “sesinizi duyurmak istiyorsanız başardınız o ses duyuldu” buyurmuş. Radikal yazarı, en tazesinden büyük Türk liberali Eyüp Can; “ölümü kutsayan hiçbir ideoloji kutsal olamaz. Kutsal olan tek şey hayattır” deyivermiş bir yazısında… Adı lazım olmayan köşe yazarları, bir kısım pişkin politika erbabı, sivil toplum aktivistleri filan birleşmiş hayata güzellemeler yapıp duruyor. Açlık grevleri “vicdanlarına” oturmuş. “Bu talepler için ölmeye değer mi” diyorlar, “hayat” diyorlar, “ölüm” diyorlar, “demokrasi” diyorlar… Ve ne zaman bu beyefendiler hayattan söz etseler ben kara kara düşünmeye başlarım. Orada yanlış giden bir şeyler vardır çünkü…

Gök Gürlemeyince Yer Gülmez

Türkiye kamuoyunun açlık grevleriyle ilk tanışıklığı Nazım Hikmet sayesinde olmuştur. Evveliyatı vardır elbet. Tevkifatlar, işkencehaneler, zindanlar nasıl eksik olmadıysa bu topraklardan, açlık grevleri de eksik olmamıştır. Bu acılı toprakların ölüm orucuyla ilk tanışıklığıysa 1982’dir. O günden beri Yıldırım Türker’in deyişiyle “mutsuzluğumuzun uzun tarihi”nin ayrılmaz bir parçasıdır ölüm oruçları. Bense ilk kez sıcak bir yaz sabahı tanıştım ölüm orucu sözüyle. Abdullah Meral, Haydar Başbağ, Hasan Telci ve Mehmet Fatih Öktülmüş’ten bahseden genç insanlarla tanışıklığımla aynı güne denk gelir. Bugün gibi aklımdadır…  Sonrasında çok şey okudum, çok şey dinledim onlara dair… Fatih Öktülmüş’ün avukatı Hüsnü Öndül; “Gök gürlemeyince yer gülmez!” diyordu mesela… Adnan Yücel şiirleri ve Grup Yorum şarkıları onlardan bahsediyordu… Kürşat İstanbullu, “Ölümün Koynunda Biter Açlığımız” kitabında onlardan bahsediyordu… Duvar yazıları ve illegal afişler onlardan bahsediyordu ama o kadardı. Kitaplar ve dergiler unutulmaya terk edildi. Ne bekliyorduysam bilmiyorum, birilerinin çıkıp ölüm oruççularının filmini yapmasını mı? 12 Eylül’ün bunalımlı kılıç artıklarından başka bir şey anlatmayan 12 Eylül filmlerinden başka ne vardı ki elde?

Sonra 1996’da Ölüm Oruçları bir kez daha girdi gündeme. Şevket Kazan’ın imzasıyla 6 – 9 ve 10 Mayıs’ta peşpeşe genelgeler yayımlandı. Eskişehir tabutluğu yeniden açıldı, Bayrampaşa, Ulucanlar ve Buca’ya yeni tutuklu alımları durduruldu. Hapishaneye görüşe giden aileler görüş çıkışlarında toplu olarak gözaltına alınıp işkenceden geçiriliyordu. Hasan Ocak o günlerde katledilmişti. Çocukları için üç karışlık mezar yeri edinmekten başka talebi olmayan anneler o günlerde Galatasaray Lisesi’nin önünde buluşmaya başlamışlardı. Yerlerde sürüklenmeleri, bütün dünyanın gözü önünde sopadan geçirilmeleri yine o günlerdeydi… 1982’nin, 1984’ün deneyimleri 45. günden sonrasının ölümcül olduğunu gösteriyordu. Canımızı dişimize takmanın, ölümleri engellemenin zamanıydı biz genç devrimciler için. Sonra sokak eylemleri, küçük kalkışmalar, barikatlar filan… Doğan’ların, Ilıcak’ların medyası tek bir ağızdan vandalizm edebiyatı yapar oldular ama hayatın kutsallığından dem vurmayı da ihmal etmediler elbette… Hükümet adına Şevket Kazan; “Elbette yiyorlar” diyordu. “Ölüm Orucu yalandı. Gizli gizli yiyorlardı…” Ancak 12 kişi hayatını kaybedip onlarcası ölüm sınırına geldiğinde, ölüm oruçlarının 67. gününde devlet içerdekilerle pazarlığa oturdu ve Bayrampaşa’nın tutuklulara yeniden açılması dışındaki tüm talepleri kabul ederek ölüm oruçlarının sonlanmasını sağladı…

Çünkü hayat… Çünkü kamuoyu… Çünkü… Hayır hiçbiri değildi devleti “insafa” getiren. Devlet kendi tebaaının, hele hele “demir kapı, kör pencere” ile kuşattıklarının nasıl yaşayıp nasıl öleceğine ancak kendisi karar verebilirdi… Ölüm Oruçlarının bitiminden hemen bir buçuk ay sonra Diyarbakır’da görüş kabininde 10 kişiyi kafalarına demir çubuklarla vurarak öldürmesinin sebebi de buydu. Diyarbakır’da herhangi bir isyan ya da direniş olmadığını yıllar sonra AİHM yargılaması sayesinde öğrenecektik hep birlikte ve hapishanelerdeki ölümlere o kadar alışmış olacaktık ki kimse dönüp bu insanların hesabını sormayı akıl edemeyecekti…

Sonra Ulucanlar, Burdur ve Metris operasyonları… Ve sonra cumhuriyet tarihinin en kibar Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk beyefendi ile Karaoğlan Ecevit’i aklımıza hiç çıkmamak üzere kazıyacak olan F Tipi projesi…

 

Sahte Oruç Kanlı İftar  

20 Ekim 2000 günü üç örgütün başlattığı açlık grevleri bir ay sonra ölüm orucuna çevrildiğinde kimse tam olarak ne olacağını bilmiyordu. Bu kez her şeyin daha zor olacağı belliydi belli olmasına, bundan kimsenin kuşkusu yoktu ancak medya açısından değişen bir şey yoktu. Aynı propagandalar, aynı “hayat sevicilikle” birlikte yürütülüyordu… “Boşuna ölmeyin” çağrılarından geçilmiyordu ortalık… 10 Aralık günü sekiz örgütün daha açlık grevine başlamasıyla birlikte açlık grevindekilerin sayısı bin altı yüzü aşmış oldu. Ölüm orucundakilerin sayısı iki yüz elli dokuzdu. Daha önceki ölüm oruçlarından farklı olarak açlık grevi ve ölüm orucu diyetine B1 vitamini de eklenmişti. Besleyici bir etkisi yoktu B1’in. Direnişçilerin sinir sistemini koruyarak erken bilinç kayıplarının önüne geçmeye yarayacaktı…

Sonra heyetler kuruldu, akil adamlar pazarlıklar yaptı, hayat seviciler “boşuna ölmeyin” demeyi sürdürdü. Kimse taleplerden bahsetmiyordu. Kimse DGM’lerin kaldırılması gerektiğini dillendirmiyordu. Tutuklu ve hükümlülerin katı biçimde tecritini öngören TMK 16. maddenin kaldırılmasını istemek hiçbirinin aklına gelmiyordu. Birkaç köşe yazarı dışında kimse F Tipi projesinin askıya alınmasını talep etmiyordu. Hayat çok şahane bir şeydi. Hayat en kutsal şeydi… Hayat yani süper bir şeydi. Her şeye katlanılırdı yeter ki ucunda ölüm olmasın…

Gülay Göktürk, Tuncay Özkan, Hikmet Çetinkaya, Emin Çölaşan, Ertuğrul Özkök F Tipi projesini gıcırdatmak için canlarını dişlerine takmış çırpınıyorlardı. Hikmet Sami Türk Beyefendinin nezaketi, letafeti, kadife eldivenli devlet adamlığı yok muydu… Büyük bir şanstı bu, içerdekiler için… Ah o nankör ve kandırılmış çocuklar… 14 Aralık günü RTÜK’ün koyduğu yayın yasağı elbette hayat sevicileri kapsamayacaktı. İtirazı olanlar tek tek kapı önüne konuldular. (Kimse hatırlamazsa ben hatırlarım, birilerinin kayıt düşmesi gerekir bu hususta. Yıllar sonra ruhu kurutulmuş bir şekilde o kapılardan içeri yeniden kabul edilen Yalçın Çakır o günlerin tek gerçek medya kahramanıdır. “İşkenceleri, gözaltında tecavüzleri, kayıpları, kontrgerillayı, Kürt meselesini… Her şeyi ama her şeyi anlatabilirsin ama F Tipleri asla!” denildiği vakit “hayat”a övgüler düzmektense ceketini alıp gitmeyi bilmiştir. Bir de Aslı Erdoğan vardır anmak istediğim. Ölüm oruççularının çiçekli bahçesinde kendisine her zaman yer olacaktır…)

Tüm o demokrasi ve bireyselleşme âşıkları hayata güzellemeler yaparken o meş’um gün geldi çattı ve kadife eldivenden fırlayan demir yumruk 19 Aralık gecesi 20 zindana iniverdi. 3 gün süren tufanda 32 kişi yanarak, kurşunlanarak can verdi. İkisi askerdi… Yıllar sonra bu iki askerin de jandarma kurşunuyla öldüğü açığa çıktığında hayat sevici liberaller çıtlarını çıkarmayacaklardı elbette… Ve o tufandan hemen önce Tuncay Özkan’lar, Gülay Göktürk’ler son kulvara açık ara önde girmişken ipi Tolga Şardan ve Mehmet Y. Yılmaz ikilisi göğüsleyecekti.  Basın tarihinin gelmiş geçmiş en iğrenç manşetlerinden birine imza atmayı başardılar: “Sahte Oruç Kanlı İftar!”

Kapalı alanda tam 20 bin gaz bombasının kullanıldığı bu operasyonda ölen 32 kişiden başka, 6 asker ve 237 tutuklu ve hükümlü yaralanmıştı. Hayat seviciler hep birlikte “Hayata Dönüş Operasyonu” dedikleri katliamı alkışlarken içlerinden yükselen itirazcıkların tektüklüğü beni bile şaşırtıyordu ne yalan söyleyeyim… Bugünün efsane “demokratları” katliamcıların ardında kuyruğa girmişken, katliamı eleştirebilme cesareti gösteren yazar çizerlerin sayısı iki elin parmakları kadar bile değildi…

Devletin ve medyanın “Hayata Dönüş”ü hapishanelerde bir dönemi kapatmış oldu ama ölüm oruçlarını bitirmeye taburlarca askeriyle, copuyla, tüfeğiyle devletin gücü yetmedi… 18 Aralık 2000 günü ölüm orucunda olan kişi sayısı 259 iken operasyonun tamamlandığı 22 Aralık’ta bu sayı 357’ye çıktı. Açlık grevindekilerin sayısı da tam olarak 1656’yı buldu… Operasyona tepki olarak ölüm orucu diyetinden B1 vitamini çıkarıldı… Hastanede zorla tutulmak istenen ölüm orucu direnişçilerinin su alımını kesmeleri de kararlaştırıldı… Operasyona kadar üç örgüt eylemi ölüm orucu biçiminde sürdürüyorken operasyondan sonra bu sayı on dörde yükseldi.

“Hayata Dönüş”ün maliyeti resmi ölü ve yaralı sayılarıyla sınırlı değildi elbette. F Tiplerine nakledilen tüm tutsaklar ayrımsız işkenceden geçirildi. Ümraniye’den Kandıra’ya sevkedilen sekiz erkek tutuklu ve hükümlüye tecavüz edildiğine dair raporlar bile sansür süzgecinden geçmeyi başaramadı. Günde iki kez yapılan sayımlar yaklaşık iki ay boyunca onar dakikalık tekmeli, yumruklu, falakalı işkence seanslarına dönüştürüldü… Belki tribünler bunları okuma şansına sahip değildi ama hayat sevicilerin her biri çocuklarının canını korumak için çırpınan anne ve babalar tarafından düzenli olarak bilgilendiriliyordu. Hayat sevicilerimizse yalnızca hayatın ne kadar değerli olduğunu, hiçbir ideoloji için ölmeye değmeyeceğini tekrarlayıp durmakla yetindiler…

Devlet için hapishaneleri dümdüz etmek yetmiyordu. Bir aylık süre zarfında Bitkisel Hayata Dönüş Operasyonuna karşı şu veya bu şekilde ses çıkaran 18 kurum basıldı, ikisi mühürlendi. Tam 2.145 kişi kayıtlı olarak gözaltına alındı. Gözaltına alınmak yerine sokakta adeta linç edilip bir kenara atılanlarla ve otolarda, parklarda, ormanlık alanlar ya da metruk binalarda işkence edilip bırakılanlarla birlikte gerçek rakam 3.000 kişinin üzerindeydi. Kayıtlı gözaltılardan pek çoğu hakkında çeşitli davalar açıldı. yüz küsur kişi ise tutuklandı… Hayat sevicilerimiz elbette bunların hiçbirinden tek satır olsun bahsetmediler bu süre boyunca… Hani bu hikâyeyi anlatanın tüm bunları nereden “duyduğunu” merak eden varsa, ben o yüz küsur kişiden biriyim…

Açlık Çoğunluktadır

Eğer ölüm oruçlarını yalnızca hayat sevicilerin lakırdılarından takip edenlerdenseniz bundan sonrası biraz karışık gelebilir bu hikâyenin… Yanlış bildikleriniz, bilmedikleriniz, idrak edemedikleriniz bir yana, hayat sevicilerin tatlı sözleriyle gerçekleri birbirinden ayırmak için belki biraz zamana ihtiyacınız olacak. Ölüm oruççuları kandırılmış çocuklar mıdır? Şefler yan gelip yatarken, kimin ölüp kimin yaşayacağı hakkında kur’a çekerken bizler alık alık onları mı dinledik? Ölenlerimiz, sakat kalanlarımız, yorgun düşenlerimizle bu düzeneğin kurbanları mı olduk yani? Ölümü kutsayıp hayata sırtımızı mı döndük? Değdi mi? Pişman mıyız? Sorular, sorular, sorular… Hayat sevicilerin cevabı kendi içine gömülen o soruları…

Hapishaneye adım atar atmaz başlayan hoş geldin merasimi en az dört saat sürüyordu o tufan zamanı. Devletin gücünü, polisin elinde yeterince görmemiş olmamızdan endişe ediyordu çünkü jandarma. Merasimin ardından hapishane doktoruna çıkarılıp “darp ve cebir izine rastlanamamıştır” raporumuz hazırlanıp hücremize teslim ediliyorduk… İşte benim ölüm orucu yolculuğum o merasim tamamlanır tamamlanmaz hapishane doktorunun karşısında başladı. Kandırılmış falan değilim. Üstüne düşünecek bir şey de yoktu doğrusu. Maceradan hiç hoşlanmadım hayatım boyunca… Gaza falan da gelmedim, açlığı biliyordum öncesinde. Bir günle bir hafta arasında toplam on dört kere açlık grevi tecrübesi yaşamıştım.

Belki de başta söylenmesi gereken şey şuydu: kalıplarınızın, toptancılığınızın, kategori seviciliğinizin canı cehenneme. Homojen topluluk diye bir şey yoktur.  Ölüm orucu direnişçilerinin de motivasyonları, eyleme bakışları, istekleri, beklentileri, kaygıları aynı değildir. Ölüm orucu direnişçileri aynı hayat yolculuğundan, aynı güzergâhtan, aynı ara yollardan gelip, hayatlarını aynı güzergâhlardan geçerek tamamlamazlar. Ama birlikte yürüdükleri o yol, birlikte yürüdükleri süre boyunca onları kardeşleştirir…  Ölüm orucu direnişçileri bu yürüyüşleri boyunca diğerleriyle aynı havayı solumazlar. Çünkü yürütülen mücadele artık uzam dışıdır. (Filozof kardeşler, liberal akıl hocaları, entelektüel abiler bu lakırdıları sevdiğinizi biliyorum elbette, baştan sona yanıldığınızı belirtebilmek için açtım bu parantezi.) Ölüm orucu elbette barışcıl bir “protesto” değildir. Ancak ölüm orucu kişinin kendi bedenine yönelttiği bir şiddet eylemi de değildir. Ölüm orucu bir meydan okumadır. “Senin şiddetin, senin duvarların, senin tretmanların, disiplin cezaların, demir yumruğun, orduların… O çok güvendiğin kudretin tamamen hükümsüzdür” denilmiş olur iktidara. Beden üzerinden yürütülen bir çatışma değildir bu. Bedeniniz devletin elindedir. Bütün işlevleriyle, ihtiyaçlarıyla siyasal erke bağımlı kılınmıştır o. Yalnızca devletin şiddetiyle değil, kendi istek ve ihtiyaçlarıyla da… Kendi doğasının gerekleriyle de terbiye edilmek istenmektedir… Artık anonimdir. Fiili olarak sınırlanmıştır ve daha fazla sınırlanması dar kafalı ve sıkıcı bir memurun iki dudağı arasındadır. Size ait değildir artık… Ve devlet hiçbir zaman size ait olmayanı istemez sizden… O gözünü yalnızca sizden arta kalana, size ait olana diker… Kaçılabilecek hiçbir delik bırakmamak için yapar bunu. Kuşatır, işgal eder ve içine alır… İşte bu yüzden ölüm oruççusu ile siyasal erk arasındaki çatışma alanı devletin elindeki o sıcak ceset değil, gerçek anlamda bireyselliğinizdir… İradenizdir… Tutku ve özlemleriniz… Hayallerinizdir… Devlet size başka hiçbir olasılık, hiçbir kaçış noktası, hiçbir özgürlük olanağı bırakmadığında bütünlüğünüzü korumak için ihtiyaç duyduğunuz son sığınak iradeniz olur. Hayat dâhil başka her şey detaydır bu noktada. Çünkü kutsal ve dokunulmaz bir haktan söz edilecekse bu hak hayat değil, özne olma hakkıdır. Şeylere müdahale etme ve değiştirebilme hakkı…

Oysa devlet için kabul edilemez tek şey belki de budur. O sizi yok edebilir ama onun onayı ve iradesi dışında ölme hakkı bile tanımaz size. Ve “siz ölünce onlar seviniyor, boşuna ölmeyin” yakarışı bu yüzden meseleyi hiç anlamamış insanlara mahsustur. Zira ölüm orucu, bir eylem biçimi olarak gücünü ve etkinliğini başkalarının vicdanına oturuyor oluşundan almamaktadır. Devleti “insafa” getirmeyi ise elbette amaçlamamaktadır. Her şeyi kuşatan, işgal eden ve içine alan otoriteye karşı pasif bir direniş değil, onun egemenlik iddiasına cepheden saldıran agresif bir eylem biçimidir ölüm orucu. Taleplerden, pazarlıklardan, strateji ve taktiklerden daha fazlasıdır. Ve doğal olarak bedeli de bu vasfına denk biçimde yüksek olmak durumundadır. Bir ölüm oruççusu olarak bana sorarsanız adil bir anlaşma. Çünkü açlık çoğunluktadır…

Yürümek; Yürümeyenleri Arkanda Boş Sokaklar Gibi Bırakarak…

Ve hikâyenin geri kalanı… 21 Mart 2001’de Cengiz Soydaş Sincan Hapishanesi’de hayatını kaybeder. Takip eden Nisan ayında ölüm orucundaki 19 kişi canını solur… “Sahte Oruç” manşeti atan hayat seviciler bu ölümlere birkaç satırla yer verir ya da vermezler. Çünkü gerçek umurlarında değildir. Onur, adalet, hayat, özgürlük ya da adına her ne derseniz hiçbiri umurlarında değildir. Devletin bu ölümlere tepkisi ölüm oruççularına zorla müdahale edip sakat bırakmak, sonra da hafızası çalınmış, iradeleri kırılmış birer posa halinde dışarıya salmayı denemek olur. Serbest bırakılanlardan bir kısmı dışarıda da sürdürür ölüm orucunu. Direnişin kırılamadığı noktada devlet kendi egemenlik alanını vurgulamayı seçer ve Armutlu’da yaptığı gibi ölüm oruççularının bazılarını operasyonel güçleriyle öldürmeyi seçer… Hayat sevicilerimiz bu operasyonları da manşetleriyle alkışlayacaklardır elbette… Biter mi bitmez… Katılımcıları giderek azalsa da altı yıl sürer ölüm oruçları. Ölüm oruççularına destek için yapılan açlık grevleri de hiç eksik olmaz. Direnişin bilançosu 122 ölü, 600 sakat olur…

Kazançları, kayıpları hesaplamak bırakalım hayat sevicilerin ve muhasebecilerin işi olsun. Ölüm oruçları ile dünyayı değiştirmenin mümkün olduğunu kimse söylemiyor zaten. Ama onun en başta eylemci özneyi değiştirdiği açıktır. Şu kısa hayat yolculuğunda diğer her şey detaydır zaten. Ve güzergahı yolcu bilmez aslında yol bilir… Bize de gömülen arkadaşları unutmamak kalır… Bir de Emile Henry’nin sözleriyle “parçalara ayrılan çürümüş bir toplumun bağrından fışkıran” özgürlük fikrine tutkuyla sarılmak… Yaşananlar boşuna yaşanmış olmasın diye… Ve geride boş sokaklar gibi kalmamak için…

*YeniHarman Kasım 2012 sayısı için yazılmıştır.

 

 

Bir Cevap Yazın